Bu Blogda Ara

23 Aralık 2009 Çarşamba

Sessizlik

Biraz sessizlik istiyorum bazen. Hani herşeyden kaçmak gibi bir duygu sarsar ya insanı, işte öyle bir arzu bu. Dünyada bir an, kısacık bir an sonuna kadar susulsun istiyorum. Yorgun ruhum dinlensin diye...

14 Aralık 2009 Pazartesi

Kış

Soğuk olmaya başladı havalar, bir de yağmur filan, insanlarda da garip bir durgunluk, üşümüşlük sinmişlik hali belirdi. Ne oluyoruz diyene kadar ben anladım ki uzun bir sonbaharın ardından iyice kışa girdik. Zaten camımın önünde dikilip duran o kocaman ağaçta da yaprak kalmadı, arada bir gezindiğim kocaman parktaki ağaçların çoğunda da..
Kış, kar demek diye diretenlere inat, bence kış çok çalışmak, şemsiye mücadelelerinde kırılan şemsiyeler ve sağda solda unuttuklarımla birlikte 20 yeni şemsiyeyi bir sezonda harcamak demek; bir de yolda kalan otobüsler, üşümüş insanlardan oluşan uzun sıralar, vapurda donmak pahasına açıkta seyahat etmek ve denizin garip gümüşi rengine katlanmak demek.
Kış bir de yorgunluk demek, sabah yataktan kalmak için çok uğraşmak, soğuktan hemen büzüşüp yatak özlemiyle güne başlamak ve her zamankinden daha hızlı çalışan metabolizma nedeniyle hemen yorulmak demek.
Kış ama bazen de güzel şeyler demek. Daha uzun süre evde kalmak, üstüne palto giydiğin için ne giydiğine dikkat etmeden sokağa çıkabilme lüksü ve en güzeli de portakal ve patlamış mısır demek...
Hoş geldin kış...
Bakalım kar yağışını ne zaman göreceğiz...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Yazma

Dudaklarında karanlık bir gürültü
Bir sesin kalmıştı bana bağlanmadık

Ne sabahların ten kokusu
Ne de gözlerimden akan bir damla yaş
İçimde seni ısıtacak ne kaldı ki
Ne olacak bu zor günde bize yoldaş

Yazmadım bilmez misin en kötüsünü
Asla kaderden usanmam ben, ellerimde binlerin kederi

Yüzden asılır, sana dönük yastağın kılıfı
Çarşafıma dolandıkça kokuna bulanırım;
Kokun ki sinemde bir rahle olur, göğe açan bir buket çiçek
Uykularım sessiz geçer, yokluğuna ulanırım.

Kıyamam, zor işte senden uzak kalmak, anlasana,
Yazma boşuna, dönmeyecek bir mektup hiçbir sabah sana...

3 Aralık 2009 Perşembe

Kaçamak

Hayatın sıkıntılı ve sarsıntılı olmadığı bir dönem de geçirecek miyim bilmiyorum ama bu kadar telaşenin ve hengamenin içinde bile sığınacak küçücük bir yer bulabilmenin huzurunu yaşıyorum. Soruyorum kendime, acaba ne zaman bir daha güneş doğacak, ne zaman bir daha bir dağ başında, soğuk akan sudan avuç avuç içmeye çalışacağım. işte yaşam bu belki de; özlemekle, umutlanmakla sürdürmek zorunda kaldığımız bir ceza. Ödülünü de bu dünyada aldığımız bir uğraşı belki de...
Ülkede çirkin şeyler oluyor. Dünya da belki de daha beterleri. Güzelini göremez hale geldik; haber bültenleri, gazeteler, ayak üstü sohbetler hep dert yüklü, acı yüklü, keder yüklü. Ne zaman soluk alacağız acaba. Ama derin derin soluyup tadını unutmak pahasına değil. Ne zaman soluk alacağız acaba gerçekten?
Ah, işte bu güzel. Ve zavallı bir bakışla günlük telaşımıza yumuluyoruz yine ve sessizce içimizde kıvranan güne yetişme arzunun bir buketinden kendimize pay biçmeye çalışıyoruz. Karanfillerse sessizce soluyor yüreğimizde. Gerçi bunu Feyza Hepçilingirler sormuştu daha evvel ama ben de tekrarlayayım hadi bu kaçamağa istinaden. Sahi, ne renk solar kırmızı karanfil?

15 Kasım 2009 Pazar

İroni'den...

Sevgilim;
Şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı kapısının önünde her duruşumuzda, umudun yeniden içimize doğuşunu duyumsardık. Birbirimizin boynuna sarılıp öpüşmeye başlamamız ve ansızın duyulan o ince çıtırtılar, her seferinde kanıtlardı bize, umudun bizi bu yıl da terk etmediğini. Yere koyduğumuz valizlere aldırmadan ve her seferinde kapının anahtarını elimden düşürerek öpüşürdüm seninle. Her yaz giydiğin çiçekli elbiselerden biri olurdu yine üzerinde ve ellerim çiçekli elbisenin altına kayıverirdi o uzun öpüşmemiz sırasında. Bahçede bizi gözetleyen biri olsun isterdik bu aşka tanıklık edebilsin diye. Kavak ağaçlarının sırdaşlığından medet umar, toprağın yaslanılacak bağrına akardı öpücüklerden arta kalan salyalarımız. Sarılmamız çok uzun sürerdi, ayak üstü sevişmemiz yataktakilerden bile uzun çoğu kez. Ben göç yollarında, üzerinde altın taşınan bir yük hayvanını oynardım seni eve taşımak için. Sen benim altınım olurdun sapsarı saçların ve içimi ışıtan gülüşün ile.
Şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı kapısının önünde benden daha büyük bir arzuyla sarılırdın hayata. Gecenin karanlığında, yalnız mumları kullanırdık, senin ustalığınla hazırlanmış yemekler için. Benden vazgeçemeyeceğim üç şeyi saymamı isterden hep. Bense adını söyleyip, ikinci maddenin başında kalırdım. Kızardın bana hayatıma senden başka hiçbir değeri sokmadığım için. Bilirdin aslında hayatımın tüm değeri sendin. Senden sonra nasıl değiştiğimi ağabeyinden dinleyen sendin, şaşırıp arada bir ağlayan ve beni sevmek için zaman yaratan…
O ufacık evde, ıhlamur kokusuyla uyandırırdın beni her sabah. Sağlığın doğallıktan geldiğini savunarak, iyi yemekler ve yararlı içecekler hazırlardın. İçki niyetine içtiğimiz o garip karışımların kansere, şekere, kalbe daha nelere nelere iyi geldiğini sayar dururdun. Ot toplamaya dağa çıkar, üzüm bağlarından seçmece üzüm alır, ırmakta balık tutardık. Evimize dönünce hepsini aynı tencerede yalnızca haşlar; elde kalan otlardan kaynatılmış ve soğutulmuş, maden suyu eklenerek hazırlanmış içkimizle birlikte ve tabii mum ışığında yerdik. Fransız aşk romanlarındaki fantezileri aratmayacak bir sevişkenlik gösterirdik ve sen içtiğimiz o içkilerin afrodizyak etkisinden bahsederek beni daha da ateşlerdin.
Saman ve pamuk karışımı dolgusu, el dokuması ve el dikişi kumaşı ile oluşturduğun “anti-sentetik” yatakta sevişirdik, uyurduk, horlardım, dürtüklerdin… Gecelerin karanlık oluşunu sevdiğini söylerdin. Duvarın dibine attığımız yatakta yatar ve üstümüzde böcek gezmemesi için dua ederdik. Doğallığı abarttığını ima eder ancak asla vazgeçmezdin. Her sene aynı temayı, farklı senaryolarda oynar, aşk tazeler, zindeleşir ve “eve” dönerdik.
Yattığımız oda çam ağaçlarına bakardı. Sevişmelerimizden sonra sırt üstü yatar ve pencereden dışarıya, göğe doğru bakardık. Ayın, ağaçların arkasına sığındığı zamanı kollardın sen özenle. Kozalaklara arkadan vuran ay ışığını yakalar ve “gümüş ay topları”nı seyre dalardın. Doğanın, karanlığı bile renklendiren düzenine hayranlıkla bakakalırdık her seferinde. Ayın, göğüslerinde yarattığı gümüş top etkisiyle kahkahalara dalar ve sanki az evveline kadar sevişmiş iki beden değilmişiz gibi, bir büyük hırsla devam ederdik geceye.
Tatil günleri için puanlı elbiseler giyerdin. Açık mavi elbise ve koyu mavi puanlar; pembe elbiseye kırmızı puanlar; açık sarıya koyu sarı…Özenle yıkardın ellerini kuyuya bağlı emme basma tulumbanın ağzında. Tulumbanın koluna astığın havluyu alır, ellerini kurular ve yeniden katlardın. Sabah ayazında, yüzünde ıslaklıkla ağaçlığa doğru yürür ve sessizliği dinlerdin. Sen uyuduğumu sanırken ben, pencereden, şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı, aralık kapısının arkasından veya bahçenin kuytularından seni izlerdim. Nasıl uyanabildiğini anlamazdım hiç. Her sabahki dinginliğine şaşar ve kahvaltıya ne cinslikler hazırlayacağını merak ederdim. Sen her seferinde farklı bir ot bulur ve yumurtaya, hamura ya da yaptığın çorbaya onu katar, bildiğim her şeyin dışında, yeni, yepyeni bir lezzet yaratmayı bilirdin. Aynı benden, yeni yepyeni bir adam yaratmayı bildiğin gibi.
Benim tamirat hevesime ısrarla karşı çıkar, ırmak kenarında yürümeye ve kitaplardan bahsetmeye bayılırdın. Şehirdeki yoğunluğun ve evdeki benliliğin arasında nasıl bu kadar çok kitap okuyabildiğine şaşardım. Hem de kitaplar konusundaki bilgine. Bir yazardım senden evvel. Bilmediği aşkları anlatan, hiç yaşamadığı sevişme sahneleri kuran, en gerçekçi kurduğu ilişkileri bile yapaylık kokan, başarısız bir yazardım. Senle öğrendiğim her şeyi, daha çok da kendimi yazarak elde ettiğim üne, kitaplığımın genişliğine ve okumaya harcadığım metodik zamana rağmen, her esere benden çok farklı, itiraf edeyim ki, benim yaklaşamayacağım kadar yakından bakabilirdin. Sırf bu nedenle seninle yaz tatillerini bekler, bu tatillerden bir iki ay sonra, yıllık eleştiri kitabımı yayınlar ve nasıl oluyorsa “çok satardım”.
Bir sabah, yatağımızın sana ait olan tarafında, “Sırtımı keselemek istersin diye… Irmağa gidiyorum!” diye bir not bulurdum; bir başka sabah, “Havuçları yıkamama yardım etmek istersin diye… Irmağa gidiyorum!”. Niceleri ve niceleri; “Irmağa gidiyorum!”.
Irmağa gelirdim. Seninle saklambaç oynamak ve her seferinde giysilerimle suya atılmak için. Saklanmayı iyi bilirdin. Sessiz olmak, sinsi olmak mayanda vardı. Elinin hızlılığına yetişirdi bedeninin çevikliği. Koşmayı da, dağ tepe tırmanmayı da benden iyi becerirdin. Formunu nasıl koruduğunu bilmezdim ama otuzunu geçmiş bir yazar olarak, günde on saat oturmanın, on saat de uyumanın cezasını çekerdim seni yakalamaya çalıştığımda. Sen hep benden kaçmayı, arkamdan dolanarak beni suyun civarına getirmeyi ve bir kayanın üzerinden suya itmenin yolunu bulurdun. Sonra sen de atlardın suya ve akan suyun içinde birbirimize erişmeye çalışırdık. Karaya çıktığımda soluksuz ama gülen iki “yaratık” olurduk. Dudaklarını arar ve gülüşünü bastırırdım kendimle. Sonra kalkar ve sessizce eve dönerdik.
Sen bana hep “aşkım” derdin, adımla asla seslenmezdin.
Ben sana “güzelim” derdim, yalnız Hakan’ın yanında Hande olurdun.
Şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı kapısının önünde, sana dokunmanın tadına varırdım akşam üstleri. Ağaçlar tarafından gölgelenirdi tepe üstüne yaklaşan güneş. Bir kızıllığın pencerelerimde peyda olduğunu anlar anlamaz atardık kendimizi kapının önüne. Defalarca istedim bir veranda yaptırmayı buraya. Ancak çıplaklığı severdin sen, doğallığı, sadeliği. Tenine her dokunuşumda kanıtlardın bunu bana. Mükemmellik seninle benim aramıza giremezdi ama ben bilirdim kadınımın nasıl biri olduğunu.
Sabah ezanının duyulmadığı bir yer bulma hayaliyle yollara düşmüştük ve sen, haritada ilk seçtiğin yere götürmüştün bizi. “Şu yoldan gidelim” diyerek ani bir dönüşle, şimdi bize sırtını vermiş tepeyi tırmanmış ve bu küçük evi bulmuştuk. Evi almak istediğimizi duyan ev sahibinin şaşkınlığı, bana hâlâ seni o mutfakta ilk gördüğüm andaki şaşkınlığımı hatırlatır. Yıllardır satmak isteyip de müşteri bulamadığı o eve, adamın istediğinin iki katından fazla para önerdiğimizi öğrenince yalnızca gülümsemiştin ve ben senin gülümsemenle bir kez daha erimiştim. İlk kez bu kapının önünde sevişmiştin benle doğa içinde. Açıkta sevişmenin tadını alınca vazgeçemeyeceğimi söylemekte haklıydın belki de. İtalya’da böyle mi mutlu oluyordu sevenler?..
Şimdi dışarıda kar yağıyor, elektriklerim kesik ve son mumum da bitiyor. Senden sonra sevmenin gereksizliğine inanmaya başladığımı söyleyecek kadar ışığım kaldı ancak. Onu da yitiriyorum şimdi.
Sensiz yattığım yatakta üşüyorum şimdi; hep üşüyorum.

6 Kasım 2009 Cuma

Seni Nasıl Sevsem Acaba?

Seni nasıl sevsem acaba içim acımadan; ellerim tenine dokunduğunda ateş gibi yanmadan; yanında durmadan; heyecan duymadan; sessizlikten olmadan; çok hayat yaşamadan; ağlatmadan; ağlamadan;senin nasıl sevsem acaba sen duymadan?
O zaman belki de bu kadar incinmezdi yüreğim. Keyfe keder bir dolu yalnızlık içinde sonsuz ve düşkün bir duyguyu arsız gözlerimdeki heyecana kurban edecek kadar kör olmazdım belki de... Hani yapabilseydim tabii kalbime gömülüveren kalbini reddetmeyi en başta...
Susuyoruz şimdi karşılıklı ve dönmek içim hiçbir şey yapasım gelmiyor içimden. Beni dinleyen "bay beyaz gömlek"in de dediği gibi, salla gitsin harbiden...
Ah yalnızlığım; nasıl bir duvarsın sen senelerdir aşamadım...

23 Ekim 2009 Cuma

Veda

Buruk bir cuma öğleden sonrasında, uzun bir zamandır biriken bir durumun kararı alındı; oysa ki her şeyin yoluna gireceği gün olarak mimlenmişti bugün; "sonunda, sonunda" nidalarıyla sabah edilmiş; gün zor geçmiş, öğleden sonra çok zor gelmişti ki, o mesajla dünyası başına yıkılan sevgi yumağı insanın gözüne yaş, kalemine bir anda zehir doldu.
Çok zor oluyor; şoktayım ama oluyor işte. Birini canından çok sevemez her insan; kötüsü bunu kolay kolay kimse anlamaz. Bunun, kişinin canını nasıl yaktığını görmez kimse; bunun ne kadar ağır bir sorumluluk olduğunu bilemez ne yazık ki...
Bugün canımın yarısını o parkta bıraktım; kalan yarısını ise kimbilir nerede...
Birgün böyle veda edeceğimi hiç düşünmemiştim. Hiç düşünmemiştim ömrümü vermeye hazır olduğum insanın hayatında sahiden de 3 ayda sadece bir yarım saat bile etmeyeceğimi...
Bazen kurşun yarasından kurtulur insan, hastalıklardan kalkar herkes umudu bile kesmişken; ve onun verdiği güçle yaşama tutunmaya çalışırken bindiği dalı kesse de ölmez bazen insan ya, ben bir "Tmam." mesajıyla vuruldum; 23 Ekim 2009, Cuma, Saat 17.17.

22 Ekim 2009 Perşembe

Mihenk Taşı

Kasım ayının yayınlanacak ilk kitabı Mihenk Taşı hazır. Amerika'nın Pulitzer ödüllü ilk kadın yazarı Edith Wharton'ın, saplantılı ve iddialı bir başka aşk ve aldatma öyküsü bu. Daha önce, Masumiyet Çağı adlı eserini yayınladığımız yazarın, Bayan Aubyn'in mektupları üzerinden kurguladığı, girift bir aşk öyküsü olan kitap, bize bugünlerde de çokça yaşadığımız açıklık ve güven eksikliği gibi sorunlar ile bunların ikili ilişkilerdeki duruşu hakkında çok net bir kaç gözlem sunuyor.
Özlem Sığırtmaç çevirisiyle yayınlanacak Mihenk Taşı /The Touchstone, 2 Kasım'da seçkin kitapevlerinde ve internet sitelerinde satışa sunulacak.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Aşk

Korkutan sesine bulanırım
Sabahları.

Beni kalpsiz ya da yersiz yurtsuz kılansın
Ve sonra birden irkilirim
Ve sonra yalnızca kendime kalırım;
Arsız sokakların deli katili olurum
Sonsuz ışıkların davasına gömerim gövdemi
İrkilir ve yalnızca sana söylendiğinde anlamlı cümleler kurarım
Seni ararım.

Her gönül kısık ateşte pişmez;
Her aşk kor olup yitmez...

Ben, suskun gecenin aydınlık şafağını bilirim;
Ne ki bilirim aşkı ve acısını...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Zarif Beden

Ellerin ne zarif
Ruhun da öyle
Sensiz geçmişin zaferi sen
Olduğun gibi biriysen
Hep güzele yakın
Hep duru gönlün
Bilmiyordum hangi ses duru
Hangi dudak yakın
Öğret ağlamayı bana
Ağlayanı avutmayı öğret

Ellerin ne zarif
Ruhun da öyle
Bana öğret ne olur
Seni kırmamayı...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Ablasından Utanan Kardeş

Dün, sevgili en küçük kardeşim, sevgili ortanca kardeşime, kendisinden utandığını söyledi. Ben de bunu burada herkese duyuracağımı söyledim. İşte şimdi de duyuruyorum ve de sevgili en küçük kardeşimi eshefle kınamak suretiyle yanaklarından öpüyorum:-)

Milliyet'teki blogum

Bu hafta sonu, bu blogumdan haberdar olup da Milliyet'teki blogumu bilmeyenler olduğunu öğrenip yıkıldım.
Onlar için hatırlatma linki:
http://blog.milliyet.com.tr/ilkerbalkan

Blogumun ismi "Kitaplığımdan Sesler" ve okuduğum kitaplar üzerine yazdığım yazılarımdan oluşuyor, az buçuk okuyanı da var:-)

İlgilenenlere duyrulur...

18 Eylül 2009 Cuma

Dan Brown Efsanesi

Kayıp Sembol ile geri döndü bir kitapla parlayan efsaneleşen, zenginleşen, ünlenen "büyük" yazar Dan Brown. Duruma bakılırsa Kayıp Sembol, yazarın varlığının devamı için bir sınav olacak gibi duruyor. Eğer Da Vinci Şifresi kadar satarsa, süper kitap olacak satmazsa çuvallayacak. Ama gördüğüm kadarıyla satacak; bu kadar tantana boşa olmasa gerek.
Baksanıza bizde bile daha kitap çıkmadan hemen her gazetede her gün haberleri çıkmaya başladı. Pazarı önceden hazırlıyorlar yani:-)
Keşke daha kültürel kitaplara da aynı şeyi yapsalar arada bir. Kahramanlık yapıyorlar; umarız tüm kitap piyasası için iyi olur:-)

Dilek

Islak ellerini koysan alnıma
Göçebe kuşlara bakan dik pencerede
Sessizce beklesen beni
Dışarıda yağmur, keyfi bir nem ve huzursuz bir gün olsa
Islak dudaklarımı koyup alnına
Sessizce özlesem seni.

17 Eylül 2009 Perşembe

Yeni Kitaplarım:-)

Uzun bir aradan sonra, kütüphaneme bir kaç yeni kitap eklendi:

AŞK - Elif Şafak
KOLONİ - J. C. Grange,
ELDİVENLER, HİKAYELER - Murathan Mungan
ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA - Amin Maalouf

Okumak için sabırsızlanıyorum; bayram tatilinde etkinlik planı belli yani:-)

7 Eylül 2009 Pazartesi

Fransız Usulü Bamya Tava

Geçen gün, bir arkadaşıma uğradım; hadi adını da vereyim, Gülseren. İlginç bir insandır zaten kendisi, nerede marjinal bir durum varsa hemen biter orada, nerede marjinal bir icat duysa koşar dener. Kızma sakın Gülseren, öylesin valla:-)
Geçen gün ajansın o çok katlı binasında karşılaştık. Çıkışa yakın bir saat. Yunisle ben sohbet ediyorduk - sohbet dediysem de sadece geyik muhabbeti; sanırım BMW'yi kurtarıyorduk- merdivenlere açılan sahanlıkta, o BMW posterinin önünde. Yanımıza geldi kızcağız; dedi ki:
"Yeni bir yemek öğrendim; yapacağım gelsenize bana."
Yunis'le birbirimize baktık ve "Olur" sözünde nam onayı yapıştırdık.
Bindik Yunis'in düldüle.
Gülseren'in evi şirkete 15 dk. Geçtik içeri, birer kahve yaptık kendimize. Amaaaa, unutmuşuz. Gülseren'e yemek yemeğe gelinir de boş oturulur mu? Elime tutuşturdu bir poşet bamya, yunusun önünde de domatesle biraz soğan. Derken, masayı açın, örtüyü serin, İlker sen yoğurt alsana şeklinde gelişen bir imece ortamından mütevellit geçen yarım saatte, yeni nesil bitki yemeklerinin şahı Gülseren'den Fransız Usulü Bamya Tava nam garip yemek hazır.
Bamya severim ama karides tadında bir sosla çok da iyi gittiğini söyleyemeyeceğim. Zira sadece tattık ve de yoğurtlu makarnayla doyduk vesselam:-)
Senin denek tahtan olmak da güzel Gülseren ama neden hep biz ikimiz diye soruyor sıkça Yunis. Harbiden; neden sadece biz ikimiz:-)
Kızmazsın umarım bunları yazdım diye. Sana da burdan selamlar, sevgiler...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Sen Anlarsın

Küçük harflerle yazdık büyük cümleleri
Daima
Ondandır sırdaş gözlerinde kalp atışlarım;

Ufkum berrak berrak ağlamakta iken
Dönüp bana bakışın
İçimde yedi renk olur, iklimler susar,
Duyarım kifayetsiz çığlığıma tiz yanıtını

Işık sönmeden mumu hazırlayan sen
Düşsem düşlere küçük harflerle ben
Bana koca koca tümceler yazdırmaz mısın?

Sen anlarsın nasılsa,
Nasılsa halden anlarsın sen!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Bazen

Bazen,
Kollarıma yapışan terli dudaklarını ararım sezdirmeden;
Seninle ilk kez karşılaştığımız o muğlak köşeden dönerken hayal ederim seni
Zarif bir sessizlikle aynı ölmüşsün gibi buruk içim
Ve buruklukla yad ederim dediklerini tek tek.

Bazen,
Islak ellerimi kurulamadan evvel banyoda,
Yüzüne sürdüğümü hayal ederim, makyajın bozulur,
Bağırırsın saatlerce, bir kedi gibi inlersin çokça.
Sevdikçe çoğalır yükün omuzlarımda sevdikçe artarsın.

Bazen,
İşte bazen ağlıyorum sessizce yatağımda,
Ve bazen,
Biliyorum sen de ağlıyorsun
Sessizce...

7 Ağustos 2009 Cuma

Konum

Sessiz, küçük bir Erdek seyahati hayal etmiştim; giderken köpeğe çarptı otobüs. Arkası da geldi uğursuzlukların. İnanmam aslında böyle şeylere ama o kadar çok şey üst üste geldi ki, ne yapacağımı şaşırdım ben de...

Umarım bugünkü gerçekten sessiz, küçük bir Erdek seyahati olur.

24 Temmuz 2009 Cuma

Karne

Geçen gün Çağla ile mesajlaşırken aklıma gelmiş eski bir şiirim; son bölümünü unutmuştum ama buldum çıkardım. 1997'de yazmışım bu şiiri. Yalnız adı aklımda bir çocukluk aşkına; Sibel'e...
Acaba ne yapıyordur şimdi.

KARNE

Şiirde geçer notum,
İnsanlık iyi.

Hayattan ne aldım bilmem ama
Aşktan kaldım daima,
Zayıfım zayıf.

Belki silemem kalp çiziklerini,
Yetmez paletimdeki renkler,
Sesler yetmez,
Anlar yetmez taklide seni.

Ama bir dur,
Bir yaş daha devireyim hele,
Bitmiş bir kitap gibi koyayım onu da kenara,
Sonra yükselir belki notlarım,
Şiirden,
Hayattan,
İnsanlıktan kalsam da,
Geçerim aşktan belki...

Şiirsiz aşk olmaz mı dedin, duymadım;
Kapalıydı gözlerim;
Anlamadım hayatın aşk olduğunu;
İnsan gerek dedin,
Dedim ya insandı aşk;
Aşktı insan.
Ama tutsak;
Hem ki yürekte, faziletle, içkin.

Şiirde geçer notum,
İnsanlık iyi.

Hayattan ne aldım bilmem ama
Aşktan kaldım daima,
Velev ki zayıfım zayıf.
24.08.1997

Ağaç Altı

Meğer ne kadar da sıkılmışım bu yaşamın keşmekeşinden. Hani rüzgarın o fısıldayan sesini; ağaç yapraklarının titremelerinden çıkan o kendine has şıpırtıyı, sakince bir gölgede oturabilmeyi ne kadar özlemişim meğer...
2 saatçik; sadece 2 saatçik oturabildiğim o güzel köşeden alelacele kalmak zorunda kalmak kötü de olsa; boş bir sohbet -ki zihne iyi gelir- ile sıcak arasında kalmış o köşe cennet gibi geldi birden.
Yorulmuşum sanırım hır gürden.
Uzakta kalmaktan.
İçinde olmaktan hayatın ya da sadece yetememekten.
Bilmem başka neden neden...

Arada güzel 2 saatlere daha sık ihtiyaç duymak neden? Yaşlanııyor muyum acaba ben de? Ya da ruhum yine benden 10 yaş mı ilerde?..

"Ama boşluk, sonsuz düşlerde kendine çıkan sokak
Teslim olmak için teslim alan gerekmiş"

Bir ne ne var biliyor musunuz?
Bir anda içinize bir acı düşer gibi olur ve şunu adeta tıslarsınız : O da büyüdü be!..

Ağaç gölgesi büyüdü...
Yaş büyüdü, yaşam büyüdü...
O da büyüdü be...
On sekiz oldu bile...
Dönmek için ömrün kalanı verilecek yaş...
Ah be ah!..

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Şeklin Cismi Yok

Çok boş,
Çok sessiz,
Issız günlerde.

Kabul, ağlamak yok
Hani ağıt,
Hani hüzün,
Hani pişmanlık...
Söz!

Teklifim buruk,
Yalnızlığım koca bir gök,
Ilık bir kainat doğuşu.
Ama bakir.

Ama boş!..

Kıvrak aklım almıyor
Şeklin cismini.
Cisim yok.
Buğusuna terk ellerimde varlık.
Varlık yok.
Kusur yok.

Her şey var şeklen,
Şeklen var her şey,
Cisim yok,
Bende yok,
Yok!..

21 Temmuz 2009 Salı

Yarım Sarhoş Hayal

Küçük çakıl taşlarını saydığım gece sessiz
Buğulu ışıltısında çim kokan denize bakıp
Yalnızlığıma ağlıyorum.

Sorsam,
Eşlik eder bana belki bir ayyaş.
Sarhoş derinliğinde boğulur da
Unuturum belki
Biraz da olsa
Seni.

Biraz da olsa
Kavuşurum
Belki sessizliğe.

Ama hayal bu;
Biliyorum.

Sarhoşun nefesi,
Çim kokusu denizin,
Seni düşünmeden geçen an
Hayal.

Ne olurdu bir hayalden
Yalnız bir sabah
Ayılmasam?

10 Temmuz 2009 Cuma

Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında

Kişi olarak duygulanmayı ne zaman keşfede­riz? Aşık olduğumuzda belki; belki de ilk gençliği­mizde keşfedip sonra da sıkça kullandığımız bir alış­kanlıktır aşk. Ama bazen de tutku, aşın içinde, cinsel­likten çok ötede bir yerde duruyor gibidir. Bazen his­settiğimiz şey, aslında hissetmek istediğimiz şeydir. Böyle zamanlarda arada kalırız zaten. Tercihler bizi zorlar; kararsızlıklar dengemizi bozar; duygular hak­kındaki alışkanlıklarımız değişir, ezberimiz bozulur; bir de bakarız ki hayatımız hiç olmadığı bir kulvara atlayıvermiş. Sonra bir manevrayla, bazen zorunlu ba­zen tesadüfî, bazense sadece seçimlerimizden kaynak­lanan bir değişimle doğruya değil belki ama meşru olana yaklaştırırız kendimizi.

Aynı Hacime’nin yaptığı gibi. Kendisine ait du­ranlarla sırlar içinde kalmış olan başka bir gerçekliğin ayırtına vardığı gibi fark ederiz biz de yaşamda atma­mamız gereken bir yükü boş yere atmaya çalıştığı­mızı…

Murakami Haruki’nin basit bir dille yazılmış ama inanılmaz etkileyicilikteki romanı Sınırın Güne­yinde, Güneşin Batısında, sade kurgusuna ve klasik roman özelliklerine bakıldığında, şeklinden beklenme­yecek bir bağlayıcılığa sahip. Satırlara gömülüp de Hacime’nin yolculuğuna eşlik etmeye başladığınızda, kendinizi bir an on iki yaşında düşlüyorsunuz. Tam o yaşınızın heveslerine kulak verirken, birden 16 yaşının çalkantılarına geçiyorsunuz; ardından da 37 yaşın karmakarışık, değişimlerle dolu dönemine. Ve roma­nın bence esas kişisi olan Şimamoto ile ilişkimiz ilerle­dikçe görüyoruz ki aslında kendimizden bile ne çok şey saklıyoruz.

Japonya’nın en önemli yazarlarından biri olan Haruki ile olan tanışıklığımız, aslında bizim Hacime ile olan tanışıklığımın üzerine şekilleniyor. Hacime’nin ağzından anlatılan romanın belki de en silik ama bize en çok şey öğreten karakteri de hiç kuşkusuz Hacime’nin eşi Yukiko’dur.

Japon ekonomisinin ve her zamanki para hırsla­rının gölgesinde kalan arzulara da eleştiri getirilen bu roman, kişiliğimizin esasta satılık bir duruşu olmadı­ğını bize aktarmaya çalışıyor. Bununla birlikte, insan ilişkilerinin donukluğuna da değinmeden geçmemiş. Aslında bize çok yabancı olan Japonlar’ın da, bizler gibi düşündüklerini bilmek, bizler gibi heveslere sahip olduklarını görmek şaşırtıcı bir deneyim olabilir. Kim bilir, belki de Hacime haklıdır; bazen çok sevdiğin bir insanla, saatte seksen mille aynı aracın içinde seyahat ederken, direksiyonu sağa kırmak ve birlikte ölmeyi istemek mantıklıdır ve esas mutluluk odur; sahte ve günlük koşullar değil; para hiç mi hiç değil!..


***

Aslında diğer yandan bakıldığında, eşitlikle eşitsizliğin bir denge oluşturduğu gibi, parayla aşkın da saadet getirmek ve yaşamı yaşanır kılmak konusunda koşulsuz bir birliktelik içinde olduğu ve bir denge oluşturduğu görülür. Parayla saadet olmaz sözünü anımsatmanın yanında, kendimiz için hemen hiçbir şey yapamamış olmamız da, acınabilirliğimizi arttırıyor.

Sonuç olarak, hepimizin yaşamak istediği güzel bir hayat var ama çok kez yaptığımız küçük hatalar ve bazen de tercihlerimizin bizi alıp götürdüğü yerler, hep bir mutsuzluk oluveriyor. Kendimizi bulmak ve yalnızlığa dökülebilmek için, gereksinim duyduğumuz şeyse her şeyin ötesine geçebildiğimiz bir bakış oluveriyor bazen. Öyle kutlu ve öyle azimli durabilmek için yıkılanı görmek gerekiyor. Ve o acıyı içimizde hissetmek. Çünkü yaşam, bir tek o zaman tamamlıyor oyununu ve bize küçük bir hediye olarak huzuru veriyor.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Güzel Bir Paragraf

“Zamanın deliliklerine kapılacak adam değilim ben; çevrem çalkansa da aklımı korumayı bilirim. Öte yandan, istiridyelerin incilerini yaptığı gibi kanılar biçimlendirip sonra üstüne kapanan, şu dar kafalı ve küstah yaratıklardan da değilim. Kendi düşüncelerim, kendi kanılarım vardır ama dünyanın soluk alıp verişine sağır değilim.”
Yüzüncü Ad – Amin Maalouf

29 Haziran 2009 Pazartesi

Michael Jackson

Jackson, bizden önceki kuşağın ve bizim kuşağın da tabii efsanelerinden biriydi. Her on yılı bir kuşak kabul edersek sanırım tam olarak iki kuşağın kalbinde taht kurmuştu. Biz, müzik ile tiyatral dans etkinliğinin bir aradalığını; şarkıların sözlerindeki isyandan çok müzikteki kışkırtıcılıkla alakalı olduğunu da sanırım ondan öğrendik. Moonwalk adlı o garipsediğimiz dans tarzını sonrasında çok sevişimiz de alternatifi olmamasıyla ilgiliydi sanırım. Çok sonraları Tarkan, Mustafa Sandal gibi bir keç yerli sanatçıda da gördüğümüz görselliğe dayalı sahne şovlarını da onun şovlarıyla kıyaslamak bile mümkün değildi. Sahnedeki o kontrollü kalabalık ve arkada çalan o kışkırtıcı müzik... Jackson bizim bağırabilen, çığlık atabilen, isyan edebilen yanımızdı. Çok isterdim o muhteşem şovlarından birini sahnede izleyebilmeyi ama olmadı bir türlü... Madde dünyasına uğurladık kendisini...

Bakla Falı

Bana kayıt küçük yalnızlıklarım
Benden nam zatın gölgesi ve iğnesi
Sarkık dudakları titreten hafif tebessümünle sen
Gizli gözlerin aşikar terennümü
Ve sen kıyasla bilmez kendisini
Ve senden başka ikidir yolluk ve senden başka delidir
Devinir, kısacık aralıklarda akan sular gibi,
Çalılar arasında ısrarcı bir güzellikle
Bana duruşun, bilmem mi ben?

Kaç fasıla, kaç gözyaşı, kaç sen?
Bil bakalım bakla fallarına
Kaç kez konuk oldun sen?

26 Haziran 2009 Cuma

Sakarlık

Bu da benim huyum işte; herkese olduğundan biraz daha fazla oluyor bana yalnız sanırım; ama bu sakarlık öyle bardak çanak kırmakla ilgili bir sakarlık değil. Bu sakarlık, teknoloji varlığı sevgili laptopumun tuşları ile aramdaki geçimsizlikten ibaret. Tam demin bir şeyler yazdım buraya kaydet düğmesine basacaktım ki, imleç bir anda yenile tuşunun üstünde bitivermesin mi? Ve benim aklımdan hızlı reaksiyon veren elim de hemen basıverince sayfaya hooop gitti her şey. Şimdi bu sakarlık değil de ne ki acaba?

24 Haziran 2009 Çarşamba

Hanede Var Bir

Sormasan söylemezdim, bilirsin beni,
Yıkık içim, durur sade durur öyle
Açmasaydın kalbimin kapısını bilemezdim
Ah, o sessiz, küçük balkonlarda sevişmek ne demek...

Bağırsam, sesim sonsuz gökte yok olur
Bağırsam, yüzüm rengi kaçar, solar, durulur,
Bağırsam, ah bir bağırabilsem keşke,
Yüreğime oturmuş bu taş fırlar yok olur.

Sormasaydın, öyle ısrarlı bakıp durmasaydın,
Ne yenilirdim düşlerimde
Ne el olurdum ellerinle
Sormasaydın, ne güzel aldanıp gidiyordum,
Hanede bir vardı;
Kâh ben işte yaren, kâh yalnızlığım...

22 Haziran 2009 Pazartesi

Tadımlık

Kahvaltı masası her sabahki gibi hazırlanmıştı; koyu kahvesinden başka herhangi bir şeye itibar etmeyen biri için belki fazla ayrıntılıydı ama babasının yıllardan beri gelen bir alışkanlığıydı bu. Asla üzerinden çıkarmadığını düşündürecek kadar uzun zaman üzerinde taşıyabildiği sabahlığıyla mutfağa girer girmez, elektrikli çay makinesinin su haznesine musluktan su doldururdu; daima bir litre sınırına kadar. Su haznesini elektrikli tabana yerleştirdikten sonra önce alttaki düğmesini, sonra da kaynama konumuna getiren düğmeyi açıp, içine çayın konulacağı demlik kısmını eline alarak, mutfağın sağındaki rafta, sarı kapaklı, be-yaz, porselen kavanozun içinde duran çaydan, yine kavanoz rengindeki porselen ölçekle üç ölçek çay koyar ve demliği lavabonun yanına götürür, içindeki süzecek gibi de kullanılan hazneyi çıkartıp musluğun altından geçirerek çayı yıkardı. Süzgeci demliğe koyup, çay makinesinin yanına geldiğinde, su haznesinin içindeki su kaynamaya başlamış olurdu daima. Demliğin içine, sadece bu suyun dörtte birini döker; su haznesini, elektrikli tabana yerleştirir ve kaynamaya ayarlanmış düğmeyi, suyu sıcak tutma seviyesine getirip, çayı dem-lenmeye bırakırdı. Şimdi önünde on iki dakikalık bir kahvaltı hazırlama seremonisi vardı. Mutfağın solundaki dolaplardan kahvaltı tabaklarını –iki tane- çıkartıp hemen altlarındaki çekmeceden –yine ikişer tane- çatal, bıçak, tatlı kaşığı ve çay kaşığı alarak masanın yanına gider, tabakları karşılıklı sandalyelerin önüne yerleştirir –yuvarlak masada babanın sırtı, oğlunun yüzü pencereye dönük olurdu- , çatal, bıçak ve tatlı kaşıklarını uygun biçimde dizer ve en son çay kaşık-larını alarak tezgâha, çay makinesinin yanına dönerdi. Makinenin hemen üstündeki tezgâhtan, üzerinde “Stephan will not forget you” yazılı fincanı –oğlunun kahvesi için- ve ince belli, cam çay bardağı ve hemen yanında duran porselen çay tabağını alıp, çay makinesinin yanına koyardı. Mutfağın sağ tarafında, çayın içinde bulunduğu kavanozun hemen yanındaki küçük cam kavanoza uzanıp onu alır, elinde her se-ferinde iki üç kez döndürerek, kavanozla birlikte çay makinesinin yanına dönerdi. Kavanozun kapağını açar; içindeki kahvenin –dayanılmaz- kokusunu almamak için nefes almamaya gayret ederek, seri hareketlerle tezgâhın üzerinde duran kaşıklardan birini alarak iki dolu bir yarım dolu kaşık kahveyi –üzerinde yazdığı gibi yaklaşık bir tatlı kaşığı ediyordu ama tatlı kaşığı kahve fincanıyla birlikte çok uyumlu bir ikili oluşturmuyordu- bardağın içine koyar; adeta ondan kurtulmak istercesine hemen kavanozun kapağını kapatır, sıkar ve tam kapanıp kapanmadığını kontrol ederek aldığı yere götürüp düzgünce, daima ön yüzündeki yazıları gözükecek şekilde raftaki yerine yerleştirirdi. Bir sonraki durağı buzdolabı olurdu. Her biri, üzerindeki muhafaza kapaklarıyla dolaba yerleştirilmiş olan kapları, hemen buzdolabının sağına, dikine konmuş olan tepsiye yerleştirirdi. Tam yağlı beyaz peynir, kendisine özel yapım tuzsuz keçi peyniri, uzun, ince dilimler halinde kesilmiş taze kaşar peyniri ve küp küp doğranmış eski kaşar peynirinden oluşan tabakları, tepsiye yerleştirdiği özenle masaya da ve daima aynı yere denk gelecek şekilde yerleştirirdi. Kapların kapaklarını tek tek açar ve masanın hemen yanındaki servis dolabının üzerine koyardı. Tepsiyi aldığı yere bırakıp, çay makinesinin olduğu tarafa yönelir, üstündeki raftan çay tabağından biraz daha büyük ve biraz daha derin, kare biçimli bir tabak alır, çay ve kahve kavanozlarının bulunduğu tezgâhın altından çıkardığı ince bir şişeden, gerçek, katkısız ve güzel kokulu zeytinyağından döker; hemen aynı raftaki nane kabından da birkaç dal naneyi, zeytinyağının içine atıp, bu tabağı halka şeklinde yerleştirdiği peynir tabaklarının tam ortasına, herkesin en rahat uzanabildiği noktaya koyardı. Çay makinesinin olduğu tarafa gider, makinenin hemen altında ama biraz sağ tarafta kalan gözden cam bir kavanoz içindeki siyah zeytinleri çıkarır, kavanozun kapağını açar ve içindeki zeytinleri her sabah derin derin koklardı. Hemen üst raftan, içine zeytinyağı koyduğu kap büyüklüğünde iki tabağı alır ve kaşıkların bulunduğu yere yönelerek, çekmeceden aldığı çorba kaşığı yardımıyla bu zeytinlerden her tabağa altışar tane gelecek şekilde servis yapardı. Zeytin kavanozunu kapatıp aldığı yere koyar ve bu iki zeytin kabını alıp masaya, her bir servis tabağı ile peynir tabaklarından oluşan halka arasında kalan küçük boşluğa yerleştirirdi. Hemen arkasını dönerek aynı zeytinyağı şişesini alır ve her iki zeytin tabağının üzerinde de üç kez döndürerek ayarlı miktar yağı zeytinlerle buluştururdu. Yağın ağzını kapatıp yerine yerleştirdikten hemen sonra, karşı tarafa, buzdolabının yanına gider, dolabın kapağını açıp sebzelikte yan yana duran domates ve salatalıktan birer tane alırdı. Bunları, lavabodan akan suda yaklaşık yirmi saniye yıkadıktan sonra servis tepsisinin bulunduğu yerin hemen üstündeki raftan aldığı bir kayık tabağın içine koyar, çekmeceden bir bıçak alır, domatesi elma dilimlerle dörde, salatalığı da önce boyuna olarak ikiye, sonra her bir dilimi yeniden boyuna olarak ikiye, tüm uzun dilimleri de enine ikiye böler ve toplam dört domates, sekiz salatalık dilimi elde ederdi; kabukları soyulmamış. Bunların üzerine, raftan aldığı, üzerinde fil resmi bulunan porselen tuzluktan iki tur tuz serper ve tabağı masanın sağına yerleştirirdi. Son üç dakikaya girdiğinde çay makinesinin yanına gider, önce demlikten, ince belli bardağın dörtte üçü kadar dem döker, sonra su haznesini eline alır, üstüne su doldururdu. Hemen ardından, demlik ve su haznesi hazır elindeyken içinde kahve olan –iki buçuk çay ka-şığı- fincanı da kaşığın üzerindeki aslan başı deseninin hemen altına gelecek kadar su doldururdu. Makineyi yerine koyduktan sonra –şeker kullanmazlardı ikisi de ama çay bardağının içinde de kaşık olurdu daima- bardağı ve fincanı masaya, tabakların yanına koyardı. Son bir buçuk dakikada, ekmek dolabının içinden aldığı ikişer dilim tost ekmeğini, ekmekliğin hemen üzerinde duran pembe bir ekmek sepetinin içine koyar ve masaya, domates-salatalık kabının tam zıt yönüne yerleştirirdi. Bazen sepet elindeyken, bazen tam masaya koyduğu sırada, bazen de sandalyesine çöküp, çay bardağına uzanacak kadar zaman geçtikten sonra otuz beş senedir, tonundaki her değişimi an be an yaşamış bir babanın dikkatiyle, oğlunun o günkü fiziksel ve ruhsal durumunu bir çırpıda anlayabileceği o kısacık cümleyi duyardı: Günaydın baba.
“Günaydın evlat. Durgunsun bugün biraz.”
Can, elindeki gazeteyle, pencereye bakar sandal-yesine oturdu.
“Şu gazeteye baksana bir, gene bana sataş-mışlar,” dedi; elinde ülkenin önemli gazetelerinden birinin verdiği kitap eki duruyordu. Zaten hiç anlaşamadığı bir eleştirmen, yeniden kendisini gündeme taşımıştı işte.
Can, altı yıl evvel yayınladığı Kâbus adlı çıkış ro-manıyla, arkasına biraz medya desteği de alarak büyük bir satış hacmi, ciddi miktar para –yirmi bir yabancı ül-keye de satılmıştı bu roman-, istediğinden fazla ün elde etmiş ve bir anda ülkenin en başarılı yazarlarından biri kabul edilmişti. Babası Faruk da bir yazardı; hem de önemli bir yazardı. Kırktan fazla romanı kotarmış olan bu yaşlı kurt, oğlunun tüm acemilikleriyle uğraşmış, Kâbus üzerinde üç sene oğluyla birlikte çalışmış ve kendi yayıncısına baskı yaparak, onun bireysel ilişkilerini kullanarak iyi bir basın programı oluşturmasını, oğlunu televizyon şovlarına katılmasını sağlamamış ve bu romanı sürekli gündemde tutarak iyi bir satış hacmi yakalanmıştı sonuçta. Kâbus, babasının romanları kadar olmasa da çok iyi kurgulanmış bir romandı. Hak ettiğinden biraz daha değerli görüldüğü gibi eleştiriler kulak arkası edilebilirdi ama devamı gelmediği için, duyulan buna benzer eleştirilerin sayısı giderek arttı. Can, geçmiş altı yılda üç roman daha yayınladı ve her seferinde satış rakamları, medyanın ilgisi ve romanların kalitesi ve okurların tepkisi ciddi miktarda düşüş gösterdi. Özellikle son romanı, ilk baskısının sadece yüzde onunun satılmasıyla tam bir hayal kırıklığı yarattı. Can, son romanından sonra üzerine gelen eleştirmenlerin acıtıcı sözlerine, sivri oklarına hedef ol-maya başladı. İnternet sitelerindeki okur yorumları bir felaketin habercisi gibiydiler. Yayıncısı da, dağıtımcılar da, okurlar da Can’dan umudu kesmek üzereydiler.
“Ne yazmışlar,” diye sordu Faruk; edebiyat der-gilerini, kitap eklerini ya da kitaplar hakkında her şeyi bırakmıştı Kâbus’u yazdıktan sonra. Kitapların kendileri hariç tabii. Her gün sekiz saat düzenli olarak okumaya devam eden yetmiş altı yaşında bir delikanlıydı Faruk.
“Al oku, baba,” diyerek gazeteyi babasının önüne koydu Can. Kahvesinden bir büyük yudum aldı ve ana gazeteyi okumaya başladı.
Faruk, yıllardır tanıdığı, bildiği eleştirmen arka-daşının, tam bir sayfalık eleştirisini baştan sona okudu. Parlak bir çıkış yapan yazar Can Koray’ın babasının ina-nılmaz edebiyat kariyeri karşısında, her romanda nasıl bir gerileme gösterip, bu ani çıkışın nasıl söndüğüne dair bir yazıydı. Arkadaşı, Faruk’u ve yazdığı kitapları yere göğe sığdıramazken, Can’ın eserlerini yerin dibine batırmıştı. Özellikle bayağılık kokan son romanı, Can’ın kendi idam sehpasını tekmelemesi anlamına geliyordu eleştirmene göre. Yine de son bir şansı hak ediyordu ama iyi kurgulanmış, iyi yazılmış, iyi sindirilmiş, iyi dinlendirilip damıtılmış bir roman olmazsa, bir başka şansı olmayabilirdi ona göre.
“Haksız mı?” diye sordu Faruk, ekmeğini zeytinyağına banıp ağzına atmakta olan Can’a.
“Bu konuda senelerdir hiçbir şey demedin baba.”
“Kendi ayakların üzerinde durmayı öğ-renmelisin, evlat.”
Faruk, gazete ekini ikiye katlayıp Can’ın soluna koydu. Sessizce çayından yudumladı. Can’ın yüzündeki ifadeler art arda değişiyor, Faruk da bunları izliyordu. Can kıvranıyordu. Zihnini meşgul eden pek çok şey ol-duğunu biliyordu babası. Bir babanın duyarlılığından daha fazlasına sahip bir insan olarak, hep oğlunun ya-nında bulunmanın verdiği alışkanlıkla da onun bu mi-miklerini anlamlandırabiliyordu.
“Neden böyle yapıyorsun baba?” diye patladı en sonunda kendini senelerdir sıkmakta olan Can.
“Neyi neden yapıyorum?”
“Neden yaptığım işe bu kadar tepkisiz duruyor-sun. Kâbus’tan sonra, yazdığım hiçbir cümleyi okuma-dın, tek bir kelime yazmadın, kimseyle benim için ko-nuşmadın, çöküşümü engellemek için hiçbir şey yapma-dın. İlk romanımı başından sonuna kadar birlikte yazdık baba. Her cümlesinde senin parmağın var, senin bir söz-cüğünün olmadığı tek bir cümle yok koca kitapta. Sonra ne oldu baba? Ne yaptım da sırtını döndün bana?”
Faruk, yüzünde sürekli yer değiştiren acıma ve küçümseme hallerinin gölgeleriyle sessizce oturmuş, ça-yını bitirmeye uğraşıyordu.
“Bir şeyler yapmam lazım baba. Her gün nerdeyse yirmi saat yazmaya okumaya çalışıyorum. Konular buluyor planlar yapıyor bir şeyler yazıyor ama emin olamıyor siliyorum. Ortaya çıkan hiçbir şeyi beğenmiyorum artık. Kendimi bile sevmiyorum artık. Bu işten nefret etmeye başladım baba. Neden ilk başta destekledin beni, neden şimdi böyle susuyorsun anlamıyorum ki!”
Faruk, direnci kolay kırılmayacak gibi du-ruyordu masanın diğer ucunda. Babasının inatçılığının farkında olan Can için yapacak bir şey kalmamıştı. Babasından yardım istemenin anlamsız olduğunu biliyordu. Babası, bir şekilde yazıya küsmüş olmalıydı ama hayatın devamı için birinin bir şeyler üretmesi gerekliydi ve bu kendisine düşüyordu. Bir köşede durup, tüm başarısının, tüm saygınlığının yıpranıp, yok olup gitmesini seyretmek istemiyordu. Buna mahkûm olmak fikri canını acıtıyor, çaresizliğini arttırıyordu. Yazmak istiyordu; durmadan da yazıyordu. Taklit ediyordu, aynı cümleleri alıyor, eğiyor büküyor ve benzer hikâyeler üzerinde yazma alıştırmaları yapıyordu. Özgün haller yaratmaya, kendisi gibi, o muhteşem ilk romanındaki gibi anlatmaya çalışıyordu her şeyi ama olmuyordu. O romanda çok daha büyük bir bilgelik vardı. Okur da bunu fark ediyordu. Can’ın asla erişemeyeceğini düşündüğü bir bilgelikti bu ve kendisini en çok da bu tedirgin ediyordu. Kendi romanındaki tarzı bile kopyalayamıyordu. Ya da belki bir tek onu kopyalayamıyordu.
Babası, kendisine bir bardak çay daha almak için kalktı masadan. Can, hırsla kahvesinden içmeye devam ediyordu. Aynı evi paylaştığı bu bilge ihtiyar, ona çok uzaktı. Tahmininden de uzak. Gerçeklerin kendisini bul-masını hayal ediyordu; inandırıcılıkla ilgili sorunlarının ortadan kalkmasının gerektiği yazıyordu eleştiride.
“Ben neden inandırıcı olamıyorum yazdıklarım-da,” diye sordu babasının yüzüne bakarak. Faruk çayını doldurmuş, masaya doğru yürüyordu.
“Evlat, bunları kendin öğrenmeliydin şimdiye kadar. Benim babam yazar değildi, hatta okuma yazmayı bile bilmezdi neredeyse. Gerçi o hiçbir şeyi bilmezdi içmekten başka. Ama insan isterse her şeyi keşfedebiliyor. Zenginlik nerdedir bilir misin evlat? Zenginlik insanın aromasında vardır; kişiye kendi tadını veren o aromada var olmadıkça parayla pulla ya da ünle zengin olunmaz. Şunu bil ki evlat, bir zenginin hayatı inandırıcı olabilir ama her şey gerçek değildir; oysaki en sade hayat sadece gerçektir. Gerçeklere inanırız; ama inandırıcı şeyleri sorgularız, gerçekleri değil.”
Can, babasının bilge tavrını severdi. Bazı anlarda sinir bozucu olsa da, hayatta kimsenin veremeyeceği dersleri birkaç cümleyle vermesini bilirdi. İçinden çıkamadığı tüm sorunların çözümünü bulmasına yardım eden bu adam onun ilahıydı. Ama bu ilah tam altı senedir yanıt vermiyordu onun yakarışlarına.
“Ne demek istiyorsun?”
“İnandırıcı değilsin.”
“Ne konuda?”
“Yazdıklarında da yaşadıklarında da.”
“Tek bir satırını bile okumadın ki yazdıkla-rımın?”
“A, hayır. Ben iyi bir okurumdur evlat.”
“Ama bana hiçbir şey demedin baba; lanet olsun altı senedir tek bir kelime etmedin yazdıklarımla ilgili.”
“Kendini bulmanı bekliyordum evlat.”
“Ama…”
“Ama başaramadın. Şimdi kaybolmuşsun. Rüya-larını kaybetmişsin ve içindeki masum tarafı. Anlamak istemiyorsun analiz ediyorsun sadece. Kurgulamıyor, planlıyorsun, satır satır. Yaşanabilir şeylerden bahsetmiyorsun, gerçekler yok yazdıklarında sadece varsayımlar var, planlı hareketler var, ipuçları var; daima birleşen noktalar var ama hayatın gariplikleri yok.”
Can, ağlamak üzere gibiydi. Gözlerinin dolduğunu görebiliyordu babası. Aniden tebessüm etti.
“Sen gerçekliği kaybetmişsin evlat. Ama sanırım sana geri gelmeye başladı gerçekliğin,” dedi Faruk, Can’ın gözyaşlarını işaret ederek. “En son ne zaman ağ-ladığını hatırlıyor musun?”
Can düşündü bir süre. Hiçbir şey yoktu. Ağlamı-yordu. İçinden geçen garip bir kıskançlık ve öfkeli bir hırstan başka bir duygunun varlığını bile hatırlamıyordu.
“Hatırlamıyorum,” dedi.
“On dört yaşına bastığın gün.”
“Sen gitmiştin o gün. Benim pastamı kestikten hemen sonra, üstelik kalmaya söz vermişken gitmiştin.”
“Evet.”
“Ağlayarak orada kalmıştın. Evin penceresinde. Oysaki insanlar her gün benzer bir sürü küçük sorunla karşılaşıyor ve hepsinin üstesinden gelip yollarına devam ediyorlar. Ama sen o gün hiçbir şey yapmadın. Hayata dair duruşunu gösterecek hiçbir şey Can. Sadece birkaç damla gözyaşı ve sessizlik vardı orada. İçine atmak, bir yazar için biriktirme yoludur ama bir insan için yaşama yolu değildir evlat.”
“Bu kendinle yüzleşme işine inanmıyorum ben. Saçmalık bence. İnsan kendini tanır baba; sınırlarını bilir. Ben de biliyorum. Başkalarını da tanıyor ve tutarlı karakterler yaratıyorum.”
“Tutarlı ama inandırıcı değil. Gerçekten uzak ama iyi planlanmış hareketleri olan. Çocuğu vurulduğunda üzerine kapaklanıp ağlamak yerine polise ve komşusuna haber verip, kocasıyla kavga etmeye fırsat bulacak bir anne mesela. Gerçek olamayacak bir sahne.”
“Tutarlı ve kurguya uygun, baba. Anne haber vermese ne olacak? Yani sadece ağlasa?”
Faruk sadece tebessüm etti.
“En çok neyi merak ediyorum, biliyor musun ba-ba?”
“Neyi?”
“Sen bazen gider ve haftalarca gelmezdi. O gün de gittin ve uzunca bir süre gelmedin. Neredeydin baba bunca zaman? Nereye gidiyordun?”
“Ben bir yazarım evlat.”
“Yani? Ben de bir yazarım ama bir yere gitmeden yazıyorum.”
“Ve gerçek olmuyor.”
“Hadi baba, kaçamak cevaplar verme artık. An-nem öleli on beş sene oluyor; saklayacak bir neden yok.”
“Aklından ne geçiyor?”
“Başka bir kadın; hatta belki başka bir ev, başka çocuklar.”
Faruk, herhangi bir konuşma istemediği bir yere geldiğinde yaptığı şeyi yaptı. Suratını asıp yerinden kalktı ve mutfak kapısına doğru yürümeye başladı. Bu anları iyi biliyordu Can; babasının kaçış zamanıydı. Sanki orada kimse yokmuş ya da hiçbir şey konuşulmamış gibi davranacağı zamanlardı. Ama aniden Faruk geri döndü ve sandalyesine oturdu. Tedirgin olan Can sandalyesinde dikleşti.
“Gerçeğe gidiyordum evlat.”
“Nasıl gerçeğe?”
“Tüm romanlarımı yazdığım bir yer evlat. Haya-tımın tüm kâbuslarını yaşadığım bir yer. Asla kimsenin bilmediği bir yer; babamın annemi öldürdüğü bir evde yazıyorum; eski evimde, eski odamda evlat. Elli senedir hiç değişmeyen o evde.”
“Yalnız mı?”
“Başka bir insanla paylaşmıyorum daireyi.”
“Garip.”
Can, kahvesinin son yudumunu da içti ve haya-tındaki her şeyi aynı ritimle yapan babasının, bu ritim dışı çıkışını anlamlandırmaya çalışıyordu. Haklıydı. Babası bir yerlere gider, haftalarca arayıp sormaz kimseyi; sonra yepyeni bir romanla geri dönerdi. Hep, gidip bir başka kadının kollarında huzur bulduğunu ve o huzurun kendisine ilham verdiğini düşünerek “hayatının kadınını” arayıp durmuştu ve başarısızlıklarını buna bağlar olmuştu. Babasının yazarken yalnızlığı tercih ettiği bilgisini sorgulamadan kabul etti ve bunun pür gerçek olduğunu o an anlayıverdi. Babası haklıydı; eğer onun düşündüğü tarz bir çıkış yapsaydı yaşlı adam, bu düpedüz bir yalan olurdu; inandırıcı ama sorgulanabilir olduğu için gerçek olmazdı.
“Belki ben de…” diye söze başladı Can ama babası elini kaldırarak susturdu onu.
“Sıra sende evlat,” dedi Faruk ve sandalye-sinden kalktı. Masanın yanındaki servis dolabına uzanıp üstteki çekmeceyi tamamıyla dışarı çıkardı. Çekmecenin arkasından bir ufak anahtar çıktı. Bu anahtarı tutan bandı kaldırıp anahtarı oğluna uzattı Faruk. Hemen arkasından, kolunu çekmecenin çıktığı boşluğa sokup, biraz uğraştıktan sonra oradan kırmızı renkli tahta bir kutucuk çıkartıp, Can’ın önüne koydu.
“Bu benim ruhum ve artık senin,” diyerek Can’ın gözlerinin içine baktı yaşlı adam. Yüzüne yerleşen huzur ifadesini gören Can, anın gerçekliğine o kadar kapılmıştı ki, başına gelecekler zihninin içinden akıp geçiverdi aniden. Olacakları gördü ve görüntü biter bitmez de gerçek hayat başladı. Cansız, yere yıkılan babasına şaşkınlıkla birkaç saniye baktıktan sonra, az evvel eline aldığı anahtar ve kutuyu ne yaptığını bilemeden babasının yanına çöktü ve onu kucakladı.
Zihninde dolaşan babasının sesiydi:
“Ders bir: Çok sevdiğin biri gözlerinin önünde öldüğünde ambulansı aramak gelmez aklına; başına çö-küp gözyaşı dökersin önce. Acı gerçektir çünkü; sorgusuz sualsiz gerçek.”
Can, yirmi küsur yıl sonra ağlıyordu. İlk kez.

Newton'ın Hareket Yasalarından Biri

Günümüz dünyasının tartışmalı konularından biri, nereden türediyse artık, ilahi güçlerle doğa kuvvetlerini benzeştirme yarışına dönüşen bu saçma sapan tartışmalardır. Tabii cehaletin ve bilimden yoksunluğun bu derece canımızı yaktığı bir dönemde, bu tarz tartışmaların, ilahiciler yönüne kaymaya başlaması da şaşılacak bir sonuç değil. Ağzı çok laf yapan bu garip kişiler topluluğuna laf yetiştirmeye çalışmak da bilimin işi değil.
Bugün gazetede yine garip bir cehalet örneği vardı. Haber olarak tabii. Burada ne haberi anmak istiyorum, ne de savlarını ve karşı savları konuşmak. Yalnız, aklıma takılan bir durum var: Çevremizde, varlığını kabul etmediğimiz halde işleyen bir düzen var; ve bunu açıklamaya çalışan bilim; biim açıklamalarını da günlük hayatta kullanıma, icada, her tür alet edavata dönüştüren teknoloji. Tam da böyle bir dünyada, pekçok manyetik etki -ki kısa zaman öncesine kadar varlığından bile şüpheliydik- ve buna benzer "akılalmaz" kuvvet varken, kolaycılık yapmaya çalışmak ve sürekli gerçeklikten, bilimsellikten sapmak niye?
Newton'un kuvvet-hareket ilişkisini tanımlayan bir kaç (tam olarak 3) prensibi vardır. Bunlardan kavraması en zor olan sanırım kuvvet-ivme ilişkisi. F=m.a
Sevgili okur.
Bak ne diyor denklem bize. Kütlesi olan bir cisim üzerine bir "net" kuvvet uygularsan, sistem ivmelenir, yani harekete başlar, hızlanmaya başlar, yavaşlamaya başlar, durmaya başlar. Say say bitmez harekete başlar.
Fizik, bilimlerin temel prensiplerinin yaratıldığı bilim dalı olmuş tarihte. Belki bugün de hala öyle. Buradan başlayın bir sevgili, devamı mutlaka gelir. Kolaycılıkla bir yere varılmayacağını görmedik mi daha?

İnsan Doğası ve Evrim

İnsanlığın asırlar süren dinsel eğilimlerinin baskısıyla, bugüne hakim olmaya başlayan dini düşüncenin, bilimsellik ve seküler dünya düzeni konularında tehlike çanlarına dönüşmeye başladığını üzülerek gördüğümüz bir devri yaşıyoruz. Dine ve tanrıya yönelme; iktidarı dinsel temellerle sağlama alma ve giderek kitleleri dinsel düşüncenin etkisi altına sokup, dinsel öğelerle sevk ve idare etmeye çalışma, günümüz mikro ve makro siyasetinin, dahası büyük, küresel planların da bir parçasıymış gibi duruyor.
İnsanların, bağlı bulundukları kavimlerin, daha sonra milliyet olarak dayatılan bağlayıcı ve bütünleştirici özelliklerine kapıldıkları bir yüzyılı geri bırakarak, bu izolasyonu daha küresel bir din izolasyonuna çevirmeye başlayan yepyeni bir süreci anlamaya ve yorumlamaya, dahası istemesek de yaşamaya mahkum ediliyoruz. Geçmişin, dünyayı kontrol için bölme stratejisinin, bölüklükleri tek bir çatı altında toplama stratejisine dönmeye başladığı bu günlerde, bu ayrım çerçevesinde hareket etmek zorunda kalıyoruz. Kendimizi, asla bir parçası olarak hissedemeyeceğimizi “yepyeni” bir dünya düzenin inşasına doğru yol almakta olduğumuzu, maalesef üzülerek tespit ve teslim ediyoruz. Başka amaçlarla attığımız adımların bile bir plan çerçevesine sığdırıldığını ve ülkedeki tüm insanlar olarak farklı açılardan da olsa, dayatılan sistem içinde her devinişimizde, yine bu sistem içinde bir hareket elde ediyoruz.

21 Haziran 2009 Pazar

Uzaktan Kumanda

Beni hayatımda en çok etkileyen mucizevi aletlerden biri olmuştur hep uzaktan kumanda. Yani nasıl bir tembellik alışkanlığının ürünüdür o ki, kendimizden 2-3 metre ileride duran bir aletin yanına gitmekten bizi alıkoyar; yapışıp kaldığımız koltuklardan, o her gün büyümeye devam eden kıçlarımızı kaldırmadan kanaldan kanala geçiveririz.
Teknoloji işte; şimdi televizyonlar milyon kanal olsa gösterecek şekilde yapılıyorlar. Sanırım zaten kasarsak insanlık olarak bir milyon televizyon kanalına yetişmemiz de çok zor olmayacak gibi duruyor.
Bugünün konusu da bu olsun bakalım. Yere düşüp bozulan bir uzaktan kumanda cihazının, günümüzde tamir acelesi ne mertebededir. Oylama başladı:-)

19 Nisan 2009 Pazar

Yalnızlık

Baştan insana güzel gelen ama korkunç bir hastalık olduğu ortaya çıkan, ortalama duygusal durum.
Zaten başka nasıl bir tanımı olabilirdi ki? Bence insanların keyifsizliklerinin ve tek başlarına olmaya alışmak istemelerinin de en önemli sebebi bu yalnızlık. Zor zamanlarda, yalnızca kendimizi kurtarmaya gücümüzün yettiği büyük batışlarda hep sonsuza açılan ufacık bir kapı olarak cazibesiyle bizi mest eder. Kötüdür, yalnızlık bulaştığında silinmez bir daha. Sonrasında sonsızluk gelir ve kendinize acıdığınız kadar insanların size acımayışı güzel bir duyguyu, bir hastalık haline getiriverir hemen.

The lonliness is not just a sickness but it is also a kind of humanity though. By saying can't wait anymore for being drafted, any story that remains uncomplete make us feel under a pullower of lonliness. That's may be a sweet dream at all or a nightmare. But sure it is a sickness of humanity; nothing more. And that I feel continous loneliness for a while. A while as long as my yought.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Klasik Başlık: İlk yazı

Daha kaç kez bir ilk yazı başlığı atabileceğim hayatta bilmiyorum. İlk "İlk Yazı" başlığımı nerede attığımı hatırlamasam da tam olarak, elimdeki ilk yazılı kaynak sanırım 1992'de çıkarmaya başladığım ve 3 veya 4. sayısında kaldığım haftalık olduğunu tahmin ettiğim "gazetecik" "Doğru Haber"'de var. Sonra arkasından günlükler -ki sanırım 15 kere filan başladım günlük tutmaya ama bir süre sonra sıkıyor- ve onu takiben dergiler, kitaplar filan filan geldi hep ve sanırım bi on beşinci kez filan oldu "İlk yazı" diyeli. Heyecan duyuyor musun derseniz, sanırım hayır; yazmak işim oldu ve profesyonelce yaklaşmaya çalışıyorum. Ne kötü bu ama sanırım bu bloga başlamamın temel sebebi de o; yazının arada bir eğlenmeye ve de saçmalamaya da yarayan bir araç, bir iletişim metası olduğunu anımsayabilmek.
Şu noktada başka laf etmek gereksiz geldi bir an. Biraz tazelenelim; döneriz geri...