Bu Blogda Ara

28 Mayıs 2014 Çarşamba

DİYARBAKIR 5 NO.LU

80 ihtilali döneminde ülke genelinde polis-asker işbirliği ile yapılan haksızlıkların, zulmün ve işkencenin farklı farklı türlerini okumuş, dinlemiş ve izlemiş biri olarak, türümüzün bazı üyelerinin sefil yaratıklara dönüşme süreçleri; egolarının şişen balonlar gibi beyinlerine yaptığı baskılar sonucu ufacık hale gelen bilinçlerine dayanarak, değil bir insana, herhangi bir canlıya bile davranılamayacak şekilde davrandıkları gerçeği ile bir kez daha, üstelik de her zamankinden çok daha sert gerçeklerle yüzleşmiş olmanın ağırlığı oturdu zihnime. 
Bu sağ-sol ayrımını yaşamım boyu sevmemişimdir. İnsanların neyin etrafında olursa olsun kamplaşmalarını da sevmiyorum gerçekten. Çünkü hepimizin yaşamda kültürel ve sosyal olarak, birey olarak yetişme durumumuz birbirinden ayrı iken, yaşamda sahip olduğumuz değerlerin tümünü tek bir amaca ya da inanca tevdi etmenin mantıklı bir tarafını görmüyorum. İnanmak eyleminin kendisi başlı başına bir sorunsal iken bireysellik anlamında, bir de yaşamdaki her şeyi salt inandığın fikirler doğrultusunda terk etmeyi, yaşamı feda edecek noktaya gelmeyi de anlamıyorum.
Bunları düşünmeme sebep olan yine bir kitap tabii ki. Kendisinin başından geçen işkence ve hapsedilme durumunu anlattığı titretici, ürkütücü ve çarpıcı eserinde Bayram Bozyel'e karşı bir sempati ve acıma hissi yanında biraz da öfke duymadan edemedim doğrusu.
Bir toplumun üyesi olmak, bir dili konuşmak, bir inancın peşinden koşmak, bir düşünce ya da hayat tarzını benimsemiş olmak... Büyük bir kısmını bireysel anlamda kendim için önemli bulmasam da bunların birer özgürlük olduğunu düşünmüşümdür hep. Dahası, tüm bu saydıklarımdan ve benzerlerinden öte olarak özgürlüğün bizatihi kendisinin sahip olunacak diğer aidiyetlerin üzerinde bir önemi olduğunu düşünürüm. Kendimi herhangi bir gruba, dine ya da milliyete ait hissetmiyorum, bunun herhangi birini daha özgür, önemli ve daha mutlu biri yaptığını da düşünmüyorum açıkçası. Bu anlamda Bozyel'e değil sadece, kendisini bir grubu ya da bir fikri savunmaya adamış olanlar için de aynı kızgınlığı yaşıyorum. Bir çatışma varsa ortada, her iki taraf da çatışandır ve bunun özgürlükler ve mutluluk ölçüsünde başka da bir açıklaması yoktur.
Ama...
Okuduklarım için gerçekten de kuracak cümle bulamıyorum. İnsanların birbirlerine nasıl böyle davranabildiklerini anlamakta bile zorluk çekiyorum. Kim olursa olsun, ne kadar kötü biri, suçlu, azılı bir katil... Ne derseniz deyin adına, ne kadar kötü biri olursa olsun, hiç kimse bedenine bu kadar tecavüz edilmesini, ruhunun bu denli yok sayılmasını hak etmez. Buna izin veren, göz yuman değil sadece, bunu yapanın bizatihi kendisi bile böyle bir muameleyi hak etmez. Ancak ilk cümlelerimde söylediğim gibi, insanlığın ortak değerleri ve bireysel saygı duygusu yerine ideolojik egolar geliştirmiş olanların yaratıcılığına diyecek laf bulamıyorum. Toplumsal şiddeti de körükleyen böyle travmatik vakaları kabullenmek diye bir şey olamaz, bunda bir beis yok elbette. Ancak yaşam üzerinde bu denli bir zorbalık yapanların hukuki olarak da hâlâ herhangi bir yaptırıma uğramamış olmaları gerçekten de adalet anlayışımı yıktı.  
Devlet dediğimiz mekanizmanın ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha görmüş olduk böylece. Haklı da olsanız sistem sizi yok etmek istiyorsa ediyor. Bugün de böyle. Bireysel olarak özgürlüklerinizi yaşamanız önünde en büyük engel devlet haline getirildi ve bunun sınırları ve sistematiği de giderek genişliyor maalesef.
Diyarbakır Cezaevi, özgürlük kavramının değil sadece, modern insan kavramının da ne kadar önemli olduğunu gösterdi bir kez daha. Üstelik anlatılana bakılırsa işkencecilerin mantıklarını dine dayandırdıklarını da okuyunca çıldırmak işten bile değil. Yaratılana yaratandan ötürü sevmeye inanmış olanların, insana yaptıkları, sadece kabul edilemez değil, kendi vicdanları nezdinde bile hafiflemez bir durumdur bence. 
Yazık ki, şimdi okuduğum diğer kitap - Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans, onu da yazacağım- değişen bir şeyin olmadığını, aynı değersiz ve ilkesiz, özgürlük kavramından uzak zorbalık sisteminin devam ettiğini anlatıyor.
İnsanlık vicdanı diye bir olgunun artık kalmadığını düşünüyorum. Yine de belki biraz kalmıştır ve bireysel özgürlüklerin ne denli önemli olduğunu idrak etme şansımız olur. 
Kalbi kaldıran herkesin bir kez okumasında fayda olduğunu düşündüğüm bu kitabı bence bir an evvel vicdanınıza sunun. 
 

AYRILIKTAN SONRA

Ayrılıktan Sonra, Jean Rhys'ın az evvel bitirdiğim romanının adı. Aslında Rhys ismine yabancı değildim fakat okuduğum herhangi bir kitabını hatırlayamadım. Biraz da utandım aslında kitap bitince çünkü hem edebiyatıyla, hem de çok sevdiğim anlatım tarzı ile beklentimin üstünde başarılı bir romandı ve maalesef ben ancak keşfettim bu yazarı.
Kitabın ana karakteri Julia adlı bohem bir kadıncağız. Romanın başında Paris'te yaşıyor ancak geçinme yöntemi eski sevgilisinin çeklerine dayandığı için, sürdürülebilir olmuyor ve parasızlık içinde, Paris'ten memleketi Londra'ya yolculuğa çıkıyor. O fiziken yolculuk yaparken, okur da kendisini bir başka yolculukta, döneme zihinsel bir bakışta buluyor ve yazarın kaleminin gücüyle tanışma olanağı oluyor.
Julia, klasik bir modern toplum kadını ve hem erkekler hakkında derin içsel yaralar taşımakta hem de aslında yaşamında sahip olduğu her şeyi, bireysel duruşu ve özgürlüğünü bile gerçek bir aşk uğruna feda edebilecek kadar da aşk arzusunda... Kitapta, defalarca geçen borç para isteme sahneleri ve eldeki paranın yetmeyişine yönelik monologlar, aslında kadının özgür bir birey olmasının ne kadar da zor olduğunu anlatmanın bir yolu olarak çıkıyorlar eserde karşımıza. Rhys, belli ki kendisine ağır gelen bir bunalımdan sonra, bir sonraki büyük darbeyi parasızlıktan yiyecek olan bu zavallı Julia'yı iyice düşünmüş ve derinlemesine analiz etmiş kafasında. Yazıda bu analizlere girişmek yerine bize doğrudan Julia'nın zihnini sunmayı eksiksiz başarmış olması da bu analizin gücüne ve dramın gerçekliğine işaret ediyor.
Rhys, daha evvel okumadığım için hayıflandığım bir yazar olarak okunacaklar listeme diğer 5 kitabıyla girdi. Nili Birkur'un çevirisi ile okuduğumuz bu romanı Can Yayınları basmış.
Arka kapakta da dediği gibi, Ayrılıktan Sonra, erkeklerle ilişkilerinde kendini çok yaşlı ve yorgun hisseden ama onlarsız yapamayacağını da bilen bir kadının romanı. Ve bilhassa kadınlar okumalı. Ekonomik özgürlük ile aşk hayatı arasında kalmış kadınlara bir bakış açısı kazandıracak kadar etkili ve iyi anlatılmış bir roman.