Bu Blogda Ara

3 Kasım 2015 Salı

SESSİZLİĞİN İLK HARFİ

Küçük, yalın ve öksüz,
Semada sen kadar kuşlardan örülü bir vuslat hayali.

Tıpkı geçmiş,
An ki şimdi ve serpilmekte güneşe bakışlarımız.

Kuruca bir patikanın gölgesi,
İzlerimiz kabak gibi ortada derken bir rüzgâr ansızın ve sonrası hiç.

Duvarda yalnızlık kokan bir kilim;
Avluda testi testi birikmiş insanlık gülleri.

Yapayalnız ve sessiz bir bahar ve sen ve ben ve diğerleri.
Kuşkusuz enfestir bir bahar lüferinin tadı ama yazın gölgesi sinmemişken yenmez tuzlu sudan kaçan bahar.

İş bu nefiste tıknaz bir kabadayı gibi duran tek ses,
Kabul et ya da etme istersen fark etmez, tunçtan bir heykel gibi dikilir karşımda sessizliğin ilk harfi.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

KADER KİTABI



Sardunya mevsiminde kalbimin 
Bir ıssızlık buğulanır gözlerimde
Bilirim aydınlıkların çamurlu elleriyle ıslanır
Her bir zerremiz seninle.
Verandanın kuytusunda asılı kalan bir gölge
Ya da suya çizilmiş bir asude bakış oluruz
Duvarlarında yalınayak gezen kertenkelerle boğuşuruz
Balkonunda aşkhaneminizin.

Zaman durur ve körpe yalnızlıklarını koyar önümüze
Vicdanımız kuruyan dallar, dökülen yapraklar gibi...

Mevsimsiz kalan bir gölge olmak yakındır,
Güneşin herkesi eşit ısıtmadığı bir evrende
Eş bir sesle aydınlatmak isteriz hayal dünyamızı
Bilirim birlikte başarmak için her şeyi yaparız.
Çok güzel bir oluruz biz seninle
Çok güzel yaşarız, yaşlanırız,
Kader kitabımız da mutlu sonla biter...

Zaman durur ve körpe haylazlıklarımızla bırakır bizi biz bize,
Yaşama tutunmaya istekli iki âşık gibi, çok güzel ölürüz biz seninle...

Sardunya mevsiminde kalbimin, 
Bir ıssızlık buğulanır gözlerimde
Bilirim yokuşun başına her dikildiğinde,
Kader yine körpe bir haylazlığa gebe...

3 Ağustos 2014 Pazar

PENCEREDEN BAKMAK




Bir aynasın sen ruhuma gamzeler 
Ve 
Sarsıcı can acıları nakşeden.

Bitmeyen solukların sayıldığı bir abaküs olur
Tenin
Soluklarımın buharında yığılır kalırım kollarında

Duymazsın sesimi, dayama kulaklarını boş yere
Pervazlara
Can çıkar ses çıkmaz benden yokluğunda

Sonunda ikimizin kefareti ödenir de bir gün
Yokluktan
Ya da basitçe kaybolmaktan da bahis açılır belki

Kırarım can damarlarımda gezinen sessiz karanlığı
Çekiçsiz
Bir sapın baş kasarasında gizlendiği taka misali

Bana yalnız senin adın sorulur arafta
Kan derim
Sessizce sokulurum deli rüyalarına
Bir pencere kenarına siner 
Seni beklerim,
İyi de beklerim ha, gelsen de beklerim
Gelmesen de beklerim...

Pencereden bakmak olur tek işim,
Tabii
Bir de seni özlerim, çok özlerim...


3 Haziran 2014 Salı

YAZAMADIĞIM ROMANIN ÖYKÜSÜ - YİĞİT OKUR

Çağdaş Türk romancılığında, yazdıklarını yakından takip ettiğimi pek çok yazar var ve bu takip listemin de giderek genişlediğini gördükçe, hem yazar, hem de yayıncı olarak gerçekten ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Okumanın ve yazmanın, bir de yayıncılığın her türlü derdine rağmen bu kadar içimize işlemiş olmasında, belki de bu yerli ustaların sanılandan fazla payı vardır.
Yiğit Okur, Piyano, Büyücü ve Güvercinler adlı üç kitabını okuduğum, kaleminin tadında lezzet bulduğum yazarlardan biri. Şimdi de Yazamadığım Romanın Öyküsü adlı romanını bitirdim ve yazarın o dil işçiliğinden bir şey kaybetmediğini görmekten de kıvanç duydum.
Aslında bu yazıda kitabı anlatmak istemiyorum; çünkü belki de hassasiyetlerimize dokunan bir tarafı görmezden gelerek yazılmış. Eşeğe tecavüzle suçlanan gurbetçi bir Türk'ün -ki romanda Bizimki olarak geçiyor- çevirmeni olan başka bir Türk kızla arasındaki girift ilişki ve köken bağı, ortak dil bağı ekseninde genişleyen ve giderek de absürt bir hal alan bir mahkemeleşme-savunma öyküsü anlatılıyor. Hikâye de öyle gibi ama anlatım ve anlatımda kullanılan üslup ve şekil gerçekten de yaratıcı ve orijinal. Böyle eserleri severim, Yazamadığım Romanın Öyküsü'nü de sevdim. Final kısmı biraz sönük kalsa da kitabının genelinin bu eksiği kapattığını düşünüyorum.
Gerçi şu da bir gerçek ki, artık günümüz metinlerinde, ne anlattığından ziyade nasıl anlattığın, durumu daha dikkat çekici hale nasıl getirdiğin metnin tutulmasını ya da unutulmasına tetikleyen unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ne denli özgün olursa olsun, iyi anlatılmamış ya da doğrudan aksiyona boğulmuş metinler, iyi birer roman olmaktan çok uzakta bir yere yerleşiyorlar. Ama büyük romanların hemen hepsi, aslında son derece sıradan karakterlerin, son derece sıradan öykülerinden oluşuyorlar. Ama dilsel duyarlılık, anlatım kurgusu, karakterlerin üzerindeki o gerçekçi hava, bazı romanları büyük roman konumuna yükseltebiliyor. Çok özgün konusu olduğu halde iyi anlatılmamış ve konudan ziyade her türlü edebi donanımı zafiyet içindeki, çokça da poh pohlanmış, afişe edilmiş pek çok romandan bir tat alamayışımızın, aklımızın bir köşesinde yer dahi edinemeyişinin belki de esas nedeni de budur.
Oysa Yiğit Okur, bence Piyano adlı romanı ile bu eşikten geçmiş. Yazamadığım Romanın Öyküsü de, kendi yerini sağlamlaştırmak konusunda Okur'a büyük bir şans sağlamış gibi duruyor. İyi edebiyattan haz alan okur için, bu küçük ama zengin kitabı da, özellikle Piyano'yu da tavsiye ederim.
Ben de yazımı, Okur'un Gustave Flaubert'ten yaptığı alıntı ile bitirmek istiyorum:
"Benim gerçekçi olduğumu öne sürüyorlar. Oysa ben gerçekten nefret ederim. Onun için roman yazmaya başladım."
Keyifle okuyun, kitapsız kalmayın. Düşlerinizi kaybetmeyin sakın, ve içinizdeki naif tarafı da...


2 Haziran 2014 Pazartesi

HAYALET YAZAR - PHILIP ROTH

Ne yalan söyleyeyim, Roth'u, o kendine özgü imgelemini, anlatım tarzını ve bazen kafamda neredeyse bir bütün roman şekillenmesini sağlayan derin cümlelerini çok özlemişim. Neden bunca zamandır okumadığım bir yazar olarak kalmış, gerçekten hayıflandı. Oysa Portnoy'un Feryadı'nı farklı zamanlar iki kez okumuş ve yine çok beğenmiştim.
Yazarın yazınsal başarısı yanında, iki baş karakterin de yazar oluşu ve özellikle romanın açılış ardından gelen o muhteşem diyaloglara dayalı, edebiyat tartışmaları içeren bölümleri, ilgimin katlanarak artmasını sağladı.
Nathan, romanın baş kahramanı ve henüz emekleme aşamasında olan bir yazar. Romanın başında kendisini modern deyişle koçluk edecek birisine ihtiyacı olduğunu düşünerek, ünlü bir yazar olan Lonoff'la görüşmeye başlar. Evinde davet edilir bu yazarın ve işte en sevdiğim bölümlerin olduğu o edebiyat konuşmasını yaparlar. Fakat Nathan, geceyi Lonoff'un evinde geçirmek durumunda kalınca, onun bir yazardan ziyade bir insan, evlilikte sorunları olan bir eş olduğunu da keşfetmeye başlar. Bize, yazarların da birer insan olduğunu hatırlatan bir olaylar zinciri başlar ve keyifle elinizden akıp giden bu kısacık kitap, sizi koskoca bir bilmecenin ortasında bırakıverir.
Romanda, iki farklı zekâ ve bakış açısı okuyoruz daima. Örneğin baba-oğul ilişkilerinden dem vurulan bir bölümü var ve sonunda bir zıtlaşmada kimin haklı olabileceğine dair hiçbir şey uyanmıyor aklınızda. Bu yönüyle, belki son derece sosyolojik içerikli bir roman denebilir. Yazarın bazı sözcükleri bazı karakterlerine takıntı derecesinde fazla söyletiyor oluşu, buna karşın diğer karakterin aynı konuda bu sözcüğü hiç kullanmıyor oluşu da ironik bir şekilde çatışma yaratmadan farklılıkların bir anlaşma ortamı ve anlam düzeyi elde edebileceğine ikna ediyor okuru.
Haliyle yazarın çok olgun bir dili var ve her zamanki gibi, söyledikleri, anlatmak istediklerinin yanında devede kulak kalıyor. Özellikle tartışma sahneleri kapandığında, ilginç bir şekilde durup biraz kendi tavrınızı düşünmek ve bazı yerlerde geri dönüp tekrar okuma yapmak zorunda hissediyorsunuz kendinizi.
Üzerinde düşünmeye vaktiniz yoksa, kitabı ziyan etmemenizi tavsiye ediyor ve bir başka Roth kitabına da çok yakında başlayacağımı bildirerek izninizle yazımı sonlandırıyorum. Ölen Hayvan ve Öfke adlı kitapları hemen okunacaklar listemde...



28 Mayıs 2014 Çarşamba

DİYARBAKIR 5 NO.LU

80 ihtilali döneminde ülke genelinde polis-asker işbirliği ile yapılan haksızlıkların, zulmün ve işkencenin farklı farklı türlerini okumuş, dinlemiş ve izlemiş biri olarak, türümüzün bazı üyelerinin sefil yaratıklara dönüşme süreçleri; egolarının şişen balonlar gibi beyinlerine yaptığı baskılar sonucu ufacık hale gelen bilinçlerine dayanarak, değil bir insana, herhangi bir canlıya bile davranılamayacak şekilde davrandıkları gerçeği ile bir kez daha, üstelik de her zamankinden çok daha sert gerçeklerle yüzleşmiş olmanın ağırlığı oturdu zihnime. 
Bu sağ-sol ayrımını yaşamım boyu sevmemişimdir. İnsanların neyin etrafında olursa olsun kamplaşmalarını da sevmiyorum gerçekten. Çünkü hepimizin yaşamda kültürel ve sosyal olarak, birey olarak yetişme durumumuz birbirinden ayrı iken, yaşamda sahip olduğumuz değerlerin tümünü tek bir amaca ya da inanca tevdi etmenin mantıklı bir tarafını görmüyorum. İnanmak eyleminin kendisi başlı başına bir sorunsal iken bireysellik anlamında, bir de yaşamdaki her şeyi salt inandığın fikirler doğrultusunda terk etmeyi, yaşamı feda edecek noktaya gelmeyi de anlamıyorum.
Bunları düşünmeme sebep olan yine bir kitap tabii ki. Kendisinin başından geçen işkence ve hapsedilme durumunu anlattığı titretici, ürkütücü ve çarpıcı eserinde Bayram Bozyel'e karşı bir sempati ve acıma hissi yanında biraz da öfke duymadan edemedim doğrusu.
Bir toplumun üyesi olmak, bir dili konuşmak, bir inancın peşinden koşmak, bir düşünce ya da hayat tarzını benimsemiş olmak... Büyük bir kısmını bireysel anlamda kendim için önemli bulmasam da bunların birer özgürlük olduğunu düşünmüşümdür hep. Dahası, tüm bu saydıklarımdan ve benzerlerinden öte olarak özgürlüğün bizatihi kendisinin sahip olunacak diğer aidiyetlerin üzerinde bir önemi olduğunu düşünürüm. Kendimi herhangi bir gruba, dine ya da milliyete ait hissetmiyorum, bunun herhangi birini daha özgür, önemli ve daha mutlu biri yaptığını da düşünmüyorum açıkçası. Bu anlamda Bozyel'e değil sadece, kendisini bir grubu ya da bir fikri savunmaya adamış olanlar için de aynı kızgınlığı yaşıyorum. Bir çatışma varsa ortada, her iki taraf da çatışandır ve bunun özgürlükler ve mutluluk ölçüsünde başka da bir açıklaması yoktur.
Ama...
Okuduklarım için gerçekten de kuracak cümle bulamıyorum. İnsanların birbirlerine nasıl böyle davranabildiklerini anlamakta bile zorluk çekiyorum. Kim olursa olsun, ne kadar kötü biri, suçlu, azılı bir katil... Ne derseniz deyin adına, ne kadar kötü biri olursa olsun, hiç kimse bedenine bu kadar tecavüz edilmesini, ruhunun bu denli yok sayılmasını hak etmez. Buna izin veren, göz yuman değil sadece, bunu yapanın bizatihi kendisi bile böyle bir muameleyi hak etmez. Ancak ilk cümlelerimde söylediğim gibi, insanlığın ortak değerleri ve bireysel saygı duygusu yerine ideolojik egolar geliştirmiş olanların yaratıcılığına diyecek laf bulamıyorum. Toplumsal şiddeti de körükleyen böyle travmatik vakaları kabullenmek diye bir şey olamaz, bunda bir beis yok elbette. Ancak yaşam üzerinde bu denli bir zorbalık yapanların hukuki olarak da hâlâ herhangi bir yaptırıma uğramamış olmaları gerçekten de adalet anlayışımı yıktı.  
Devlet dediğimiz mekanizmanın ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha görmüş olduk böylece. Haklı da olsanız sistem sizi yok etmek istiyorsa ediyor. Bugün de böyle. Bireysel olarak özgürlüklerinizi yaşamanız önünde en büyük engel devlet haline getirildi ve bunun sınırları ve sistematiği de giderek genişliyor maalesef.
Diyarbakır Cezaevi, özgürlük kavramının değil sadece, modern insan kavramının da ne kadar önemli olduğunu gösterdi bir kez daha. Üstelik anlatılana bakılırsa işkencecilerin mantıklarını dine dayandırdıklarını da okuyunca çıldırmak işten bile değil. Yaratılana yaratandan ötürü sevmeye inanmış olanların, insana yaptıkları, sadece kabul edilemez değil, kendi vicdanları nezdinde bile hafiflemez bir durumdur bence. 
Yazık ki, şimdi okuduğum diğer kitap - Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans, onu da yazacağım- değişen bir şeyin olmadığını, aynı değersiz ve ilkesiz, özgürlük kavramından uzak zorbalık sisteminin devam ettiğini anlatıyor.
İnsanlık vicdanı diye bir olgunun artık kalmadığını düşünüyorum. Yine de belki biraz kalmıştır ve bireysel özgürlüklerin ne denli önemli olduğunu idrak etme şansımız olur. 
Kalbi kaldıran herkesin bir kez okumasında fayda olduğunu düşündüğüm bu kitabı bence bir an evvel vicdanınıza sunun. 
 

AYRILIKTAN SONRA

Ayrılıktan Sonra, Jean Rhys'ın az evvel bitirdiğim romanının adı. Aslında Rhys ismine yabancı değildim fakat okuduğum herhangi bir kitabını hatırlayamadım. Biraz da utandım aslında kitap bitince çünkü hem edebiyatıyla, hem de çok sevdiğim anlatım tarzı ile beklentimin üstünde başarılı bir romandı ve maalesef ben ancak keşfettim bu yazarı.
Kitabın ana karakteri Julia adlı bohem bir kadıncağız. Romanın başında Paris'te yaşıyor ancak geçinme yöntemi eski sevgilisinin çeklerine dayandığı için, sürdürülebilir olmuyor ve parasızlık içinde, Paris'ten memleketi Londra'ya yolculuğa çıkıyor. O fiziken yolculuk yaparken, okur da kendisini bir başka yolculukta, döneme zihinsel bir bakışta buluyor ve yazarın kaleminin gücüyle tanışma olanağı oluyor.
Julia, klasik bir modern toplum kadını ve hem erkekler hakkında derin içsel yaralar taşımakta hem de aslında yaşamında sahip olduğu her şeyi, bireysel duruşu ve özgürlüğünü bile gerçek bir aşk uğruna feda edebilecek kadar da aşk arzusunda... Kitapta, defalarca geçen borç para isteme sahneleri ve eldeki paranın yetmeyişine yönelik monologlar, aslında kadının özgür bir birey olmasının ne kadar da zor olduğunu anlatmanın bir yolu olarak çıkıyorlar eserde karşımıza. Rhys, belli ki kendisine ağır gelen bir bunalımdan sonra, bir sonraki büyük darbeyi parasızlıktan yiyecek olan bu zavallı Julia'yı iyice düşünmüş ve derinlemesine analiz etmiş kafasında. Yazıda bu analizlere girişmek yerine bize doğrudan Julia'nın zihnini sunmayı eksiksiz başarmış olması da bu analizin gücüne ve dramın gerçekliğine işaret ediyor.
Rhys, daha evvel okumadığım için hayıflandığım bir yazar olarak okunacaklar listeme diğer 5 kitabıyla girdi. Nili Birkur'un çevirisi ile okuduğumuz bu romanı Can Yayınları basmış.
Arka kapakta da dediği gibi, Ayrılıktan Sonra, erkeklerle ilişkilerinde kendini çok yaşlı ve yorgun hisseden ama onlarsız yapamayacağını da bilen bir kadının romanı. Ve bilhassa kadınlar okumalı. Ekonomik özgürlük ile aşk hayatı arasında kalmış kadınlara bir bakış açısı kazandıracak kadar etkili ve iyi anlatılmış bir roman.