Bu Blogda Ara

3 Haziran 2014 Salı

YAZAMADIĞIM ROMANIN ÖYKÜSÜ - YİĞİT OKUR

Çağdaş Türk romancılığında, yazdıklarını yakından takip ettiğimi pek çok yazar var ve bu takip listemin de giderek genişlediğini gördükçe, hem yazar, hem de yayıncı olarak gerçekten ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Okumanın ve yazmanın, bir de yayıncılığın her türlü derdine rağmen bu kadar içimize işlemiş olmasında, belki de bu yerli ustaların sanılandan fazla payı vardır.
Yiğit Okur, Piyano, Büyücü ve Güvercinler adlı üç kitabını okuduğum, kaleminin tadında lezzet bulduğum yazarlardan biri. Şimdi de Yazamadığım Romanın Öyküsü adlı romanını bitirdim ve yazarın o dil işçiliğinden bir şey kaybetmediğini görmekten de kıvanç duydum.
Aslında bu yazıda kitabı anlatmak istemiyorum; çünkü belki de hassasiyetlerimize dokunan bir tarafı görmezden gelerek yazılmış. Eşeğe tecavüzle suçlanan gurbetçi bir Türk'ün -ki romanda Bizimki olarak geçiyor- çevirmeni olan başka bir Türk kızla arasındaki girift ilişki ve köken bağı, ortak dil bağı ekseninde genişleyen ve giderek de absürt bir hal alan bir mahkemeleşme-savunma öyküsü anlatılıyor. Hikâye de öyle gibi ama anlatım ve anlatımda kullanılan üslup ve şekil gerçekten de yaratıcı ve orijinal. Böyle eserleri severim, Yazamadığım Romanın Öyküsü'nü de sevdim. Final kısmı biraz sönük kalsa da kitabının genelinin bu eksiği kapattığını düşünüyorum.
Gerçi şu da bir gerçek ki, artık günümüz metinlerinde, ne anlattığından ziyade nasıl anlattığın, durumu daha dikkat çekici hale nasıl getirdiğin metnin tutulmasını ya da unutulmasına tetikleyen unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ne denli özgün olursa olsun, iyi anlatılmamış ya da doğrudan aksiyona boğulmuş metinler, iyi birer roman olmaktan çok uzakta bir yere yerleşiyorlar. Ama büyük romanların hemen hepsi, aslında son derece sıradan karakterlerin, son derece sıradan öykülerinden oluşuyorlar. Ama dilsel duyarlılık, anlatım kurgusu, karakterlerin üzerindeki o gerçekçi hava, bazı romanları büyük roman konumuna yükseltebiliyor. Çok özgün konusu olduğu halde iyi anlatılmamış ve konudan ziyade her türlü edebi donanımı zafiyet içindeki, çokça da poh pohlanmış, afişe edilmiş pek çok romandan bir tat alamayışımızın, aklımızın bir köşesinde yer dahi edinemeyişinin belki de esas nedeni de budur.
Oysa Yiğit Okur, bence Piyano adlı romanı ile bu eşikten geçmiş. Yazamadığım Romanın Öyküsü de, kendi yerini sağlamlaştırmak konusunda Okur'a büyük bir şans sağlamış gibi duruyor. İyi edebiyattan haz alan okur için, bu küçük ama zengin kitabı da, özellikle Piyano'yu da tavsiye ederim.
Ben de yazımı, Okur'un Gustave Flaubert'ten yaptığı alıntı ile bitirmek istiyorum:
"Benim gerçekçi olduğumu öne sürüyorlar. Oysa ben gerçekten nefret ederim. Onun için roman yazmaya başladım."
Keyifle okuyun, kitapsız kalmayın. Düşlerinizi kaybetmeyin sakın, ve içinizdeki naif tarafı da...


2 Haziran 2014 Pazartesi

HAYALET YAZAR - PHILIP ROTH

Ne yalan söyleyeyim, Roth'u, o kendine özgü imgelemini, anlatım tarzını ve bazen kafamda neredeyse bir bütün roman şekillenmesini sağlayan derin cümlelerini çok özlemişim. Neden bunca zamandır okumadığım bir yazar olarak kalmış, gerçekten hayıflandı. Oysa Portnoy'un Feryadı'nı farklı zamanlar iki kez okumuş ve yine çok beğenmiştim.
Yazarın yazınsal başarısı yanında, iki baş karakterin de yazar oluşu ve özellikle romanın açılış ardından gelen o muhteşem diyaloglara dayalı, edebiyat tartışmaları içeren bölümleri, ilgimin katlanarak artmasını sağladı.
Nathan, romanın baş kahramanı ve henüz emekleme aşamasında olan bir yazar. Romanın başında kendisini modern deyişle koçluk edecek birisine ihtiyacı olduğunu düşünerek, ünlü bir yazar olan Lonoff'la görüşmeye başlar. Evinde davet edilir bu yazarın ve işte en sevdiğim bölümlerin olduğu o edebiyat konuşmasını yaparlar. Fakat Nathan, geceyi Lonoff'un evinde geçirmek durumunda kalınca, onun bir yazardan ziyade bir insan, evlilikte sorunları olan bir eş olduğunu da keşfetmeye başlar. Bize, yazarların da birer insan olduğunu hatırlatan bir olaylar zinciri başlar ve keyifle elinizden akıp giden bu kısacık kitap, sizi koskoca bir bilmecenin ortasında bırakıverir.
Romanda, iki farklı zekâ ve bakış açısı okuyoruz daima. Örneğin baba-oğul ilişkilerinden dem vurulan bir bölümü var ve sonunda bir zıtlaşmada kimin haklı olabileceğine dair hiçbir şey uyanmıyor aklınızda. Bu yönüyle, belki son derece sosyolojik içerikli bir roman denebilir. Yazarın bazı sözcükleri bazı karakterlerine takıntı derecesinde fazla söyletiyor oluşu, buna karşın diğer karakterin aynı konuda bu sözcüğü hiç kullanmıyor oluşu da ironik bir şekilde çatışma yaratmadan farklılıkların bir anlaşma ortamı ve anlam düzeyi elde edebileceğine ikna ediyor okuru.
Haliyle yazarın çok olgun bir dili var ve her zamanki gibi, söyledikleri, anlatmak istediklerinin yanında devede kulak kalıyor. Özellikle tartışma sahneleri kapandığında, ilginç bir şekilde durup biraz kendi tavrınızı düşünmek ve bazı yerlerde geri dönüp tekrar okuma yapmak zorunda hissediyorsunuz kendinizi.
Üzerinde düşünmeye vaktiniz yoksa, kitabı ziyan etmemenizi tavsiye ediyor ve bir başka Roth kitabına da çok yakında başlayacağımı bildirerek izninizle yazımı sonlandırıyorum. Ölen Hayvan ve Öfke adlı kitapları hemen okunacaklar listemde...