Bu Blogda Ara

29 Haziran 2009 Pazartesi

Michael Jackson

Jackson, bizden önceki kuşağın ve bizim kuşağın da tabii efsanelerinden biriydi. Her on yılı bir kuşak kabul edersek sanırım tam olarak iki kuşağın kalbinde taht kurmuştu. Biz, müzik ile tiyatral dans etkinliğinin bir aradalığını; şarkıların sözlerindeki isyandan çok müzikteki kışkırtıcılıkla alakalı olduğunu da sanırım ondan öğrendik. Moonwalk adlı o garipsediğimiz dans tarzını sonrasında çok sevişimiz de alternatifi olmamasıyla ilgiliydi sanırım. Çok sonraları Tarkan, Mustafa Sandal gibi bir keç yerli sanatçıda da gördüğümüz görselliğe dayalı sahne şovlarını da onun şovlarıyla kıyaslamak bile mümkün değildi. Sahnedeki o kontrollü kalabalık ve arkada çalan o kışkırtıcı müzik... Jackson bizim bağırabilen, çığlık atabilen, isyan edebilen yanımızdı. Çok isterdim o muhteşem şovlarından birini sahnede izleyebilmeyi ama olmadı bir türlü... Madde dünyasına uğurladık kendisini...

Bakla Falı

Bana kayıt küçük yalnızlıklarım
Benden nam zatın gölgesi ve iğnesi
Sarkık dudakları titreten hafif tebessümünle sen
Gizli gözlerin aşikar terennümü
Ve sen kıyasla bilmez kendisini
Ve senden başka ikidir yolluk ve senden başka delidir
Devinir, kısacık aralıklarda akan sular gibi,
Çalılar arasında ısrarcı bir güzellikle
Bana duruşun, bilmem mi ben?

Kaç fasıla, kaç gözyaşı, kaç sen?
Bil bakalım bakla fallarına
Kaç kez konuk oldun sen?

26 Haziran 2009 Cuma

Sakarlık

Bu da benim huyum işte; herkese olduğundan biraz daha fazla oluyor bana yalnız sanırım; ama bu sakarlık öyle bardak çanak kırmakla ilgili bir sakarlık değil. Bu sakarlık, teknoloji varlığı sevgili laptopumun tuşları ile aramdaki geçimsizlikten ibaret. Tam demin bir şeyler yazdım buraya kaydet düğmesine basacaktım ki, imleç bir anda yenile tuşunun üstünde bitivermesin mi? Ve benim aklımdan hızlı reaksiyon veren elim de hemen basıverince sayfaya hooop gitti her şey. Şimdi bu sakarlık değil de ne ki acaba?

24 Haziran 2009 Çarşamba

Hanede Var Bir

Sormasan söylemezdim, bilirsin beni,
Yıkık içim, durur sade durur öyle
Açmasaydın kalbimin kapısını bilemezdim
Ah, o sessiz, küçük balkonlarda sevişmek ne demek...

Bağırsam, sesim sonsuz gökte yok olur
Bağırsam, yüzüm rengi kaçar, solar, durulur,
Bağırsam, ah bir bağırabilsem keşke,
Yüreğime oturmuş bu taş fırlar yok olur.

Sormasaydın, öyle ısrarlı bakıp durmasaydın,
Ne yenilirdim düşlerimde
Ne el olurdum ellerinle
Sormasaydın, ne güzel aldanıp gidiyordum,
Hanede bir vardı;
Kâh ben işte yaren, kâh yalnızlığım...

22 Haziran 2009 Pazartesi

Tadımlık

Kahvaltı masası her sabahki gibi hazırlanmıştı; koyu kahvesinden başka herhangi bir şeye itibar etmeyen biri için belki fazla ayrıntılıydı ama babasının yıllardan beri gelen bir alışkanlığıydı bu. Asla üzerinden çıkarmadığını düşündürecek kadar uzun zaman üzerinde taşıyabildiği sabahlığıyla mutfağa girer girmez, elektrikli çay makinesinin su haznesine musluktan su doldururdu; daima bir litre sınırına kadar. Su haznesini elektrikli tabana yerleştirdikten sonra önce alttaki düğmesini, sonra da kaynama konumuna getiren düğmeyi açıp, içine çayın konulacağı demlik kısmını eline alarak, mutfağın sağındaki rafta, sarı kapaklı, be-yaz, porselen kavanozun içinde duran çaydan, yine kavanoz rengindeki porselen ölçekle üç ölçek çay koyar ve demliği lavabonun yanına götürür, içindeki süzecek gibi de kullanılan hazneyi çıkartıp musluğun altından geçirerek çayı yıkardı. Süzgeci demliğe koyup, çay makinesinin yanına geldiğinde, su haznesinin içindeki su kaynamaya başlamış olurdu daima. Demliğin içine, sadece bu suyun dörtte birini döker; su haznesini, elektrikli tabana yerleştirir ve kaynamaya ayarlanmış düğmeyi, suyu sıcak tutma seviyesine getirip, çayı dem-lenmeye bırakırdı. Şimdi önünde on iki dakikalık bir kahvaltı hazırlama seremonisi vardı. Mutfağın solundaki dolaplardan kahvaltı tabaklarını –iki tane- çıkartıp hemen altlarındaki çekmeceden –yine ikişer tane- çatal, bıçak, tatlı kaşığı ve çay kaşığı alarak masanın yanına gider, tabakları karşılıklı sandalyelerin önüne yerleştirir –yuvarlak masada babanın sırtı, oğlunun yüzü pencereye dönük olurdu- , çatal, bıçak ve tatlı kaşıklarını uygun biçimde dizer ve en son çay kaşık-larını alarak tezgâha, çay makinesinin yanına dönerdi. Makinenin hemen üstündeki tezgâhtan, üzerinde “Stephan will not forget you” yazılı fincanı –oğlunun kahvesi için- ve ince belli, cam çay bardağı ve hemen yanında duran porselen çay tabağını alıp, çay makinesinin yanına koyardı. Mutfağın sağ tarafında, çayın içinde bulunduğu kavanozun hemen yanındaki küçük cam kavanoza uzanıp onu alır, elinde her se-ferinde iki üç kez döndürerek, kavanozla birlikte çay makinesinin yanına dönerdi. Kavanozun kapağını açar; içindeki kahvenin –dayanılmaz- kokusunu almamak için nefes almamaya gayret ederek, seri hareketlerle tezgâhın üzerinde duran kaşıklardan birini alarak iki dolu bir yarım dolu kaşık kahveyi –üzerinde yazdığı gibi yaklaşık bir tatlı kaşığı ediyordu ama tatlı kaşığı kahve fincanıyla birlikte çok uyumlu bir ikili oluşturmuyordu- bardağın içine koyar; adeta ondan kurtulmak istercesine hemen kavanozun kapağını kapatır, sıkar ve tam kapanıp kapanmadığını kontrol ederek aldığı yere götürüp düzgünce, daima ön yüzündeki yazıları gözükecek şekilde raftaki yerine yerleştirirdi. Bir sonraki durağı buzdolabı olurdu. Her biri, üzerindeki muhafaza kapaklarıyla dolaba yerleştirilmiş olan kapları, hemen buzdolabının sağına, dikine konmuş olan tepsiye yerleştirirdi. Tam yağlı beyaz peynir, kendisine özel yapım tuzsuz keçi peyniri, uzun, ince dilimler halinde kesilmiş taze kaşar peyniri ve küp küp doğranmış eski kaşar peynirinden oluşan tabakları, tepsiye yerleştirdiği özenle masaya da ve daima aynı yere denk gelecek şekilde yerleştirirdi. Kapların kapaklarını tek tek açar ve masanın hemen yanındaki servis dolabının üzerine koyardı. Tepsiyi aldığı yere bırakıp, çay makinesinin olduğu tarafa yönelir, üstündeki raftan çay tabağından biraz daha büyük ve biraz daha derin, kare biçimli bir tabak alır, çay ve kahve kavanozlarının bulunduğu tezgâhın altından çıkardığı ince bir şişeden, gerçek, katkısız ve güzel kokulu zeytinyağından döker; hemen aynı raftaki nane kabından da birkaç dal naneyi, zeytinyağının içine atıp, bu tabağı halka şeklinde yerleştirdiği peynir tabaklarının tam ortasına, herkesin en rahat uzanabildiği noktaya koyardı. Çay makinesinin olduğu tarafa gider, makinenin hemen altında ama biraz sağ tarafta kalan gözden cam bir kavanoz içindeki siyah zeytinleri çıkarır, kavanozun kapağını açar ve içindeki zeytinleri her sabah derin derin koklardı. Hemen üst raftan, içine zeytinyağı koyduğu kap büyüklüğünde iki tabağı alır ve kaşıkların bulunduğu yere yönelerek, çekmeceden aldığı çorba kaşığı yardımıyla bu zeytinlerden her tabağa altışar tane gelecek şekilde servis yapardı. Zeytin kavanozunu kapatıp aldığı yere koyar ve bu iki zeytin kabını alıp masaya, her bir servis tabağı ile peynir tabaklarından oluşan halka arasında kalan küçük boşluğa yerleştirirdi. Hemen arkasını dönerek aynı zeytinyağı şişesini alır ve her iki zeytin tabağının üzerinde de üç kez döndürerek ayarlı miktar yağı zeytinlerle buluştururdu. Yağın ağzını kapatıp yerine yerleştirdikten hemen sonra, karşı tarafa, buzdolabının yanına gider, dolabın kapağını açıp sebzelikte yan yana duran domates ve salatalıktan birer tane alırdı. Bunları, lavabodan akan suda yaklaşık yirmi saniye yıkadıktan sonra servis tepsisinin bulunduğu yerin hemen üstündeki raftan aldığı bir kayık tabağın içine koyar, çekmeceden bir bıçak alır, domatesi elma dilimlerle dörde, salatalığı da önce boyuna olarak ikiye, sonra her bir dilimi yeniden boyuna olarak ikiye, tüm uzun dilimleri de enine ikiye böler ve toplam dört domates, sekiz salatalık dilimi elde ederdi; kabukları soyulmamış. Bunların üzerine, raftan aldığı, üzerinde fil resmi bulunan porselen tuzluktan iki tur tuz serper ve tabağı masanın sağına yerleştirirdi. Son üç dakikaya girdiğinde çay makinesinin yanına gider, önce demlikten, ince belli bardağın dörtte üçü kadar dem döker, sonra su haznesini eline alır, üstüne su doldururdu. Hemen ardından, demlik ve su haznesi hazır elindeyken içinde kahve olan –iki buçuk çay ka-şığı- fincanı da kaşığın üzerindeki aslan başı deseninin hemen altına gelecek kadar su doldururdu. Makineyi yerine koyduktan sonra –şeker kullanmazlardı ikisi de ama çay bardağının içinde de kaşık olurdu daima- bardağı ve fincanı masaya, tabakların yanına koyardı. Son bir buçuk dakikada, ekmek dolabının içinden aldığı ikişer dilim tost ekmeğini, ekmekliğin hemen üzerinde duran pembe bir ekmek sepetinin içine koyar ve masaya, domates-salatalık kabının tam zıt yönüne yerleştirirdi. Bazen sepet elindeyken, bazen tam masaya koyduğu sırada, bazen de sandalyesine çöküp, çay bardağına uzanacak kadar zaman geçtikten sonra otuz beş senedir, tonundaki her değişimi an be an yaşamış bir babanın dikkatiyle, oğlunun o günkü fiziksel ve ruhsal durumunu bir çırpıda anlayabileceği o kısacık cümleyi duyardı: Günaydın baba.
“Günaydın evlat. Durgunsun bugün biraz.”
Can, elindeki gazeteyle, pencereye bakar sandal-yesine oturdu.
“Şu gazeteye baksana bir, gene bana sataş-mışlar,” dedi; elinde ülkenin önemli gazetelerinden birinin verdiği kitap eki duruyordu. Zaten hiç anlaşamadığı bir eleştirmen, yeniden kendisini gündeme taşımıştı işte.
Can, altı yıl evvel yayınladığı Kâbus adlı çıkış ro-manıyla, arkasına biraz medya desteği de alarak büyük bir satış hacmi, ciddi miktar para –yirmi bir yabancı ül-keye de satılmıştı bu roman-, istediğinden fazla ün elde etmiş ve bir anda ülkenin en başarılı yazarlarından biri kabul edilmişti. Babası Faruk da bir yazardı; hem de önemli bir yazardı. Kırktan fazla romanı kotarmış olan bu yaşlı kurt, oğlunun tüm acemilikleriyle uğraşmış, Kâbus üzerinde üç sene oğluyla birlikte çalışmış ve kendi yayıncısına baskı yaparak, onun bireysel ilişkilerini kullanarak iyi bir basın programı oluşturmasını, oğlunu televizyon şovlarına katılmasını sağlamamış ve bu romanı sürekli gündemde tutarak iyi bir satış hacmi yakalanmıştı sonuçta. Kâbus, babasının romanları kadar olmasa da çok iyi kurgulanmış bir romandı. Hak ettiğinden biraz daha değerli görüldüğü gibi eleştiriler kulak arkası edilebilirdi ama devamı gelmediği için, duyulan buna benzer eleştirilerin sayısı giderek arttı. Can, geçmiş altı yılda üç roman daha yayınladı ve her seferinde satış rakamları, medyanın ilgisi ve romanların kalitesi ve okurların tepkisi ciddi miktarda düşüş gösterdi. Özellikle son romanı, ilk baskısının sadece yüzde onunun satılmasıyla tam bir hayal kırıklığı yarattı. Can, son romanından sonra üzerine gelen eleştirmenlerin acıtıcı sözlerine, sivri oklarına hedef ol-maya başladı. İnternet sitelerindeki okur yorumları bir felaketin habercisi gibiydiler. Yayıncısı da, dağıtımcılar da, okurlar da Can’dan umudu kesmek üzereydiler.
“Ne yazmışlar,” diye sordu Faruk; edebiyat der-gilerini, kitap eklerini ya da kitaplar hakkında her şeyi bırakmıştı Kâbus’u yazdıktan sonra. Kitapların kendileri hariç tabii. Her gün sekiz saat düzenli olarak okumaya devam eden yetmiş altı yaşında bir delikanlıydı Faruk.
“Al oku, baba,” diyerek gazeteyi babasının önüne koydu Can. Kahvesinden bir büyük yudum aldı ve ana gazeteyi okumaya başladı.
Faruk, yıllardır tanıdığı, bildiği eleştirmen arka-daşının, tam bir sayfalık eleştirisini baştan sona okudu. Parlak bir çıkış yapan yazar Can Koray’ın babasının ina-nılmaz edebiyat kariyeri karşısında, her romanda nasıl bir gerileme gösterip, bu ani çıkışın nasıl söndüğüne dair bir yazıydı. Arkadaşı, Faruk’u ve yazdığı kitapları yere göğe sığdıramazken, Can’ın eserlerini yerin dibine batırmıştı. Özellikle bayağılık kokan son romanı, Can’ın kendi idam sehpasını tekmelemesi anlamına geliyordu eleştirmene göre. Yine de son bir şansı hak ediyordu ama iyi kurgulanmış, iyi yazılmış, iyi sindirilmiş, iyi dinlendirilip damıtılmış bir roman olmazsa, bir başka şansı olmayabilirdi ona göre.
“Haksız mı?” diye sordu Faruk, ekmeğini zeytinyağına banıp ağzına atmakta olan Can’a.
“Bu konuda senelerdir hiçbir şey demedin baba.”
“Kendi ayakların üzerinde durmayı öğ-renmelisin, evlat.”
Faruk, gazete ekini ikiye katlayıp Can’ın soluna koydu. Sessizce çayından yudumladı. Can’ın yüzündeki ifadeler art arda değişiyor, Faruk da bunları izliyordu. Can kıvranıyordu. Zihnini meşgul eden pek çok şey ol-duğunu biliyordu babası. Bir babanın duyarlılığından daha fazlasına sahip bir insan olarak, hep oğlunun ya-nında bulunmanın verdiği alışkanlıkla da onun bu mi-miklerini anlamlandırabiliyordu.
“Neden böyle yapıyorsun baba?” diye patladı en sonunda kendini senelerdir sıkmakta olan Can.
“Neyi neden yapıyorum?”
“Neden yaptığım işe bu kadar tepkisiz duruyor-sun. Kâbus’tan sonra, yazdığım hiçbir cümleyi okuma-dın, tek bir kelime yazmadın, kimseyle benim için ko-nuşmadın, çöküşümü engellemek için hiçbir şey yapma-dın. İlk romanımı başından sonuna kadar birlikte yazdık baba. Her cümlesinde senin parmağın var, senin bir söz-cüğünün olmadığı tek bir cümle yok koca kitapta. Sonra ne oldu baba? Ne yaptım da sırtını döndün bana?”
Faruk, yüzünde sürekli yer değiştiren acıma ve küçümseme hallerinin gölgeleriyle sessizce oturmuş, ça-yını bitirmeye uğraşıyordu.
“Bir şeyler yapmam lazım baba. Her gün nerdeyse yirmi saat yazmaya okumaya çalışıyorum. Konular buluyor planlar yapıyor bir şeyler yazıyor ama emin olamıyor siliyorum. Ortaya çıkan hiçbir şeyi beğenmiyorum artık. Kendimi bile sevmiyorum artık. Bu işten nefret etmeye başladım baba. Neden ilk başta destekledin beni, neden şimdi böyle susuyorsun anlamıyorum ki!”
Faruk, direnci kolay kırılmayacak gibi du-ruyordu masanın diğer ucunda. Babasının inatçılığının farkında olan Can için yapacak bir şey kalmamıştı. Babasından yardım istemenin anlamsız olduğunu biliyordu. Babası, bir şekilde yazıya küsmüş olmalıydı ama hayatın devamı için birinin bir şeyler üretmesi gerekliydi ve bu kendisine düşüyordu. Bir köşede durup, tüm başarısının, tüm saygınlığının yıpranıp, yok olup gitmesini seyretmek istemiyordu. Buna mahkûm olmak fikri canını acıtıyor, çaresizliğini arttırıyordu. Yazmak istiyordu; durmadan da yazıyordu. Taklit ediyordu, aynı cümleleri alıyor, eğiyor büküyor ve benzer hikâyeler üzerinde yazma alıştırmaları yapıyordu. Özgün haller yaratmaya, kendisi gibi, o muhteşem ilk romanındaki gibi anlatmaya çalışıyordu her şeyi ama olmuyordu. O romanda çok daha büyük bir bilgelik vardı. Okur da bunu fark ediyordu. Can’ın asla erişemeyeceğini düşündüğü bir bilgelikti bu ve kendisini en çok da bu tedirgin ediyordu. Kendi romanındaki tarzı bile kopyalayamıyordu. Ya da belki bir tek onu kopyalayamıyordu.
Babası, kendisine bir bardak çay daha almak için kalktı masadan. Can, hırsla kahvesinden içmeye devam ediyordu. Aynı evi paylaştığı bu bilge ihtiyar, ona çok uzaktı. Tahmininden de uzak. Gerçeklerin kendisini bul-masını hayal ediyordu; inandırıcılıkla ilgili sorunlarının ortadan kalkmasının gerektiği yazıyordu eleştiride.
“Ben neden inandırıcı olamıyorum yazdıklarım-da,” diye sordu babasının yüzüne bakarak. Faruk çayını doldurmuş, masaya doğru yürüyordu.
“Evlat, bunları kendin öğrenmeliydin şimdiye kadar. Benim babam yazar değildi, hatta okuma yazmayı bile bilmezdi neredeyse. Gerçi o hiçbir şeyi bilmezdi içmekten başka. Ama insan isterse her şeyi keşfedebiliyor. Zenginlik nerdedir bilir misin evlat? Zenginlik insanın aromasında vardır; kişiye kendi tadını veren o aromada var olmadıkça parayla pulla ya da ünle zengin olunmaz. Şunu bil ki evlat, bir zenginin hayatı inandırıcı olabilir ama her şey gerçek değildir; oysaki en sade hayat sadece gerçektir. Gerçeklere inanırız; ama inandırıcı şeyleri sorgularız, gerçekleri değil.”
Can, babasının bilge tavrını severdi. Bazı anlarda sinir bozucu olsa da, hayatta kimsenin veremeyeceği dersleri birkaç cümleyle vermesini bilirdi. İçinden çıkamadığı tüm sorunların çözümünü bulmasına yardım eden bu adam onun ilahıydı. Ama bu ilah tam altı senedir yanıt vermiyordu onun yakarışlarına.
“Ne demek istiyorsun?”
“İnandırıcı değilsin.”
“Ne konuda?”
“Yazdıklarında da yaşadıklarında da.”
“Tek bir satırını bile okumadın ki yazdıkla-rımın?”
“A, hayır. Ben iyi bir okurumdur evlat.”
“Ama bana hiçbir şey demedin baba; lanet olsun altı senedir tek bir kelime etmedin yazdıklarımla ilgili.”
“Kendini bulmanı bekliyordum evlat.”
“Ama…”
“Ama başaramadın. Şimdi kaybolmuşsun. Rüya-larını kaybetmişsin ve içindeki masum tarafı. Anlamak istemiyorsun analiz ediyorsun sadece. Kurgulamıyor, planlıyorsun, satır satır. Yaşanabilir şeylerden bahsetmiyorsun, gerçekler yok yazdıklarında sadece varsayımlar var, planlı hareketler var, ipuçları var; daima birleşen noktalar var ama hayatın gariplikleri yok.”
Can, ağlamak üzere gibiydi. Gözlerinin dolduğunu görebiliyordu babası. Aniden tebessüm etti.
“Sen gerçekliği kaybetmişsin evlat. Ama sanırım sana geri gelmeye başladı gerçekliğin,” dedi Faruk, Can’ın gözyaşlarını işaret ederek. “En son ne zaman ağ-ladığını hatırlıyor musun?”
Can düşündü bir süre. Hiçbir şey yoktu. Ağlamı-yordu. İçinden geçen garip bir kıskançlık ve öfkeli bir hırstan başka bir duygunun varlığını bile hatırlamıyordu.
“Hatırlamıyorum,” dedi.
“On dört yaşına bastığın gün.”
“Sen gitmiştin o gün. Benim pastamı kestikten hemen sonra, üstelik kalmaya söz vermişken gitmiştin.”
“Evet.”
“Ağlayarak orada kalmıştın. Evin penceresinde. Oysaki insanlar her gün benzer bir sürü küçük sorunla karşılaşıyor ve hepsinin üstesinden gelip yollarına devam ediyorlar. Ama sen o gün hiçbir şey yapmadın. Hayata dair duruşunu gösterecek hiçbir şey Can. Sadece birkaç damla gözyaşı ve sessizlik vardı orada. İçine atmak, bir yazar için biriktirme yoludur ama bir insan için yaşama yolu değildir evlat.”
“Bu kendinle yüzleşme işine inanmıyorum ben. Saçmalık bence. İnsan kendini tanır baba; sınırlarını bilir. Ben de biliyorum. Başkalarını da tanıyor ve tutarlı karakterler yaratıyorum.”
“Tutarlı ama inandırıcı değil. Gerçekten uzak ama iyi planlanmış hareketleri olan. Çocuğu vurulduğunda üzerine kapaklanıp ağlamak yerine polise ve komşusuna haber verip, kocasıyla kavga etmeye fırsat bulacak bir anne mesela. Gerçek olamayacak bir sahne.”
“Tutarlı ve kurguya uygun, baba. Anne haber vermese ne olacak? Yani sadece ağlasa?”
Faruk sadece tebessüm etti.
“En çok neyi merak ediyorum, biliyor musun ba-ba?”
“Neyi?”
“Sen bazen gider ve haftalarca gelmezdi. O gün de gittin ve uzunca bir süre gelmedin. Neredeydin baba bunca zaman? Nereye gidiyordun?”
“Ben bir yazarım evlat.”
“Yani? Ben de bir yazarım ama bir yere gitmeden yazıyorum.”
“Ve gerçek olmuyor.”
“Hadi baba, kaçamak cevaplar verme artık. An-nem öleli on beş sene oluyor; saklayacak bir neden yok.”
“Aklından ne geçiyor?”
“Başka bir kadın; hatta belki başka bir ev, başka çocuklar.”
Faruk, herhangi bir konuşma istemediği bir yere geldiğinde yaptığı şeyi yaptı. Suratını asıp yerinden kalktı ve mutfak kapısına doğru yürümeye başladı. Bu anları iyi biliyordu Can; babasının kaçış zamanıydı. Sanki orada kimse yokmuş ya da hiçbir şey konuşulmamış gibi davranacağı zamanlardı. Ama aniden Faruk geri döndü ve sandalyesine oturdu. Tedirgin olan Can sandalyesinde dikleşti.
“Gerçeğe gidiyordum evlat.”
“Nasıl gerçeğe?”
“Tüm romanlarımı yazdığım bir yer evlat. Haya-tımın tüm kâbuslarını yaşadığım bir yer. Asla kimsenin bilmediği bir yer; babamın annemi öldürdüğü bir evde yazıyorum; eski evimde, eski odamda evlat. Elli senedir hiç değişmeyen o evde.”
“Yalnız mı?”
“Başka bir insanla paylaşmıyorum daireyi.”
“Garip.”
Can, kahvesinin son yudumunu da içti ve haya-tındaki her şeyi aynı ritimle yapan babasının, bu ritim dışı çıkışını anlamlandırmaya çalışıyordu. Haklıydı. Babası bir yerlere gider, haftalarca arayıp sormaz kimseyi; sonra yepyeni bir romanla geri dönerdi. Hep, gidip bir başka kadının kollarında huzur bulduğunu ve o huzurun kendisine ilham verdiğini düşünerek “hayatının kadınını” arayıp durmuştu ve başarısızlıklarını buna bağlar olmuştu. Babasının yazarken yalnızlığı tercih ettiği bilgisini sorgulamadan kabul etti ve bunun pür gerçek olduğunu o an anlayıverdi. Babası haklıydı; eğer onun düşündüğü tarz bir çıkış yapsaydı yaşlı adam, bu düpedüz bir yalan olurdu; inandırıcı ama sorgulanabilir olduğu için gerçek olmazdı.
“Belki ben de…” diye söze başladı Can ama babası elini kaldırarak susturdu onu.
“Sıra sende evlat,” dedi Faruk ve sandalye-sinden kalktı. Masanın yanındaki servis dolabına uzanıp üstteki çekmeceyi tamamıyla dışarı çıkardı. Çekmecenin arkasından bir ufak anahtar çıktı. Bu anahtarı tutan bandı kaldırıp anahtarı oğluna uzattı Faruk. Hemen arkasından, kolunu çekmecenin çıktığı boşluğa sokup, biraz uğraştıktan sonra oradan kırmızı renkli tahta bir kutucuk çıkartıp, Can’ın önüne koydu.
“Bu benim ruhum ve artık senin,” diyerek Can’ın gözlerinin içine baktı yaşlı adam. Yüzüne yerleşen huzur ifadesini gören Can, anın gerçekliğine o kadar kapılmıştı ki, başına gelecekler zihninin içinden akıp geçiverdi aniden. Olacakları gördü ve görüntü biter bitmez de gerçek hayat başladı. Cansız, yere yıkılan babasına şaşkınlıkla birkaç saniye baktıktan sonra, az evvel eline aldığı anahtar ve kutuyu ne yaptığını bilemeden babasının yanına çöktü ve onu kucakladı.
Zihninde dolaşan babasının sesiydi:
“Ders bir: Çok sevdiğin biri gözlerinin önünde öldüğünde ambulansı aramak gelmez aklına; başına çö-küp gözyaşı dökersin önce. Acı gerçektir çünkü; sorgusuz sualsiz gerçek.”
Can, yirmi küsur yıl sonra ağlıyordu. İlk kez.

Newton'ın Hareket Yasalarından Biri

Günümüz dünyasının tartışmalı konularından biri, nereden türediyse artık, ilahi güçlerle doğa kuvvetlerini benzeştirme yarışına dönüşen bu saçma sapan tartışmalardır. Tabii cehaletin ve bilimden yoksunluğun bu derece canımızı yaktığı bir dönemde, bu tarz tartışmaların, ilahiciler yönüne kaymaya başlaması da şaşılacak bir sonuç değil. Ağzı çok laf yapan bu garip kişiler topluluğuna laf yetiştirmeye çalışmak da bilimin işi değil.
Bugün gazetede yine garip bir cehalet örneği vardı. Haber olarak tabii. Burada ne haberi anmak istiyorum, ne de savlarını ve karşı savları konuşmak. Yalnız, aklıma takılan bir durum var: Çevremizde, varlığını kabul etmediğimiz halde işleyen bir düzen var; ve bunu açıklamaya çalışan bilim; biim açıklamalarını da günlük hayatta kullanıma, icada, her tür alet edavata dönüştüren teknoloji. Tam da böyle bir dünyada, pekçok manyetik etki -ki kısa zaman öncesine kadar varlığından bile şüpheliydik- ve buna benzer "akılalmaz" kuvvet varken, kolaycılık yapmaya çalışmak ve sürekli gerçeklikten, bilimsellikten sapmak niye?
Newton'un kuvvet-hareket ilişkisini tanımlayan bir kaç (tam olarak 3) prensibi vardır. Bunlardan kavraması en zor olan sanırım kuvvet-ivme ilişkisi. F=m.a
Sevgili okur.
Bak ne diyor denklem bize. Kütlesi olan bir cisim üzerine bir "net" kuvvet uygularsan, sistem ivmelenir, yani harekete başlar, hızlanmaya başlar, yavaşlamaya başlar, durmaya başlar. Say say bitmez harekete başlar.
Fizik, bilimlerin temel prensiplerinin yaratıldığı bilim dalı olmuş tarihte. Belki bugün de hala öyle. Buradan başlayın bir sevgili, devamı mutlaka gelir. Kolaycılıkla bir yere varılmayacağını görmedik mi daha?

İnsan Doğası ve Evrim

İnsanlığın asırlar süren dinsel eğilimlerinin baskısıyla, bugüne hakim olmaya başlayan dini düşüncenin, bilimsellik ve seküler dünya düzeni konularında tehlike çanlarına dönüşmeye başladığını üzülerek gördüğümüz bir devri yaşıyoruz. Dine ve tanrıya yönelme; iktidarı dinsel temellerle sağlama alma ve giderek kitleleri dinsel düşüncenin etkisi altına sokup, dinsel öğelerle sevk ve idare etmeye çalışma, günümüz mikro ve makro siyasetinin, dahası büyük, küresel planların da bir parçasıymış gibi duruyor.
İnsanların, bağlı bulundukları kavimlerin, daha sonra milliyet olarak dayatılan bağlayıcı ve bütünleştirici özelliklerine kapıldıkları bir yüzyılı geri bırakarak, bu izolasyonu daha küresel bir din izolasyonuna çevirmeye başlayan yepyeni bir süreci anlamaya ve yorumlamaya, dahası istemesek de yaşamaya mahkum ediliyoruz. Geçmişin, dünyayı kontrol için bölme stratejisinin, bölüklükleri tek bir çatı altında toplama stratejisine dönmeye başladığı bu günlerde, bu ayrım çerçevesinde hareket etmek zorunda kalıyoruz. Kendimizi, asla bir parçası olarak hissedemeyeceğimizi “yepyeni” bir dünya düzenin inşasına doğru yol almakta olduğumuzu, maalesef üzülerek tespit ve teslim ediyoruz. Başka amaçlarla attığımız adımların bile bir plan çerçevesine sığdırıldığını ve ülkedeki tüm insanlar olarak farklı açılardan da olsa, dayatılan sistem içinde her devinişimizde, yine bu sistem içinde bir hareket elde ediyoruz.

21 Haziran 2009 Pazar

Uzaktan Kumanda

Beni hayatımda en çok etkileyen mucizevi aletlerden biri olmuştur hep uzaktan kumanda. Yani nasıl bir tembellik alışkanlığının ürünüdür o ki, kendimizden 2-3 metre ileride duran bir aletin yanına gitmekten bizi alıkoyar; yapışıp kaldığımız koltuklardan, o her gün büyümeye devam eden kıçlarımızı kaldırmadan kanaldan kanala geçiveririz.
Teknoloji işte; şimdi televizyonlar milyon kanal olsa gösterecek şekilde yapılıyorlar. Sanırım zaten kasarsak insanlık olarak bir milyon televizyon kanalına yetişmemiz de çok zor olmayacak gibi duruyor.
Bugünün konusu da bu olsun bakalım. Yere düşüp bozulan bir uzaktan kumanda cihazının, günümüzde tamir acelesi ne mertebededir. Oylama başladı:-)