Bu Blogda Ara

15 Kasım 2009 Pazar

İroni'den...

Sevgilim;
Şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı kapısının önünde her duruşumuzda, umudun yeniden içimize doğuşunu duyumsardık. Birbirimizin boynuna sarılıp öpüşmeye başlamamız ve ansızın duyulan o ince çıtırtılar, her seferinde kanıtlardı bize, umudun bizi bu yıl da terk etmediğini. Yere koyduğumuz valizlere aldırmadan ve her seferinde kapının anahtarını elimden düşürerek öpüşürdüm seninle. Her yaz giydiğin çiçekli elbiselerden biri olurdu yine üzerinde ve ellerim çiçekli elbisenin altına kayıverirdi o uzun öpüşmemiz sırasında. Bahçede bizi gözetleyen biri olsun isterdik bu aşka tanıklık edebilsin diye. Kavak ağaçlarının sırdaşlığından medet umar, toprağın yaslanılacak bağrına akardı öpücüklerden arta kalan salyalarımız. Sarılmamız çok uzun sürerdi, ayak üstü sevişmemiz yataktakilerden bile uzun çoğu kez. Ben göç yollarında, üzerinde altın taşınan bir yük hayvanını oynardım seni eve taşımak için. Sen benim altınım olurdun sapsarı saçların ve içimi ışıtan gülüşün ile.
Şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı kapısının önünde benden daha büyük bir arzuyla sarılırdın hayata. Gecenin karanlığında, yalnız mumları kullanırdık, senin ustalığınla hazırlanmış yemekler için. Benden vazgeçemeyeceğim üç şeyi saymamı isterden hep. Bense adını söyleyip, ikinci maddenin başında kalırdım. Kızardın bana hayatıma senden başka hiçbir değeri sokmadığım için. Bilirdin aslında hayatımın tüm değeri sendin. Senden sonra nasıl değiştiğimi ağabeyinden dinleyen sendin, şaşırıp arada bir ağlayan ve beni sevmek için zaman yaratan…
O ufacık evde, ıhlamur kokusuyla uyandırırdın beni her sabah. Sağlığın doğallıktan geldiğini savunarak, iyi yemekler ve yararlı içecekler hazırlardın. İçki niyetine içtiğimiz o garip karışımların kansere, şekere, kalbe daha nelere nelere iyi geldiğini sayar dururdun. Ot toplamaya dağa çıkar, üzüm bağlarından seçmece üzüm alır, ırmakta balık tutardık. Evimize dönünce hepsini aynı tencerede yalnızca haşlar; elde kalan otlardan kaynatılmış ve soğutulmuş, maden suyu eklenerek hazırlanmış içkimizle birlikte ve tabii mum ışığında yerdik. Fransız aşk romanlarındaki fantezileri aratmayacak bir sevişkenlik gösterirdik ve sen içtiğimiz o içkilerin afrodizyak etkisinden bahsederek beni daha da ateşlerdin.
Saman ve pamuk karışımı dolgusu, el dokuması ve el dikişi kumaşı ile oluşturduğun “anti-sentetik” yatakta sevişirdik, uyurduk, horlardım, dürtüklerdin… Gecelerin karanlık oluşunu sevdiğini söylerdin. Duvarın dibine attığımız yatakta yatar ve üstümüzde böcek gezmemesi için dua ederdik. Doğallığı abarttığını ima eder ancak asla vazgeçmezdin. Her sene aynı temayı, farklı senaryolarda oynar, aşk tazeler, zindeleşir ve “eve” dönerdik.
Yattığımız oda çam ağaçlarına bakardı. Sevişmelerimizden sonra sırt üstü yatar ve pencereden dışarıya, göğe doğru bakardık. Ayın, ağaçların arkasına sığındığı zamanı kollardın sen özenle. Kozalaklara arkadan vuran ay ışığını yakalar ve “gümüş ay topları”nı seyre dalardın. Doğanın, karanlığı bile renklendiren düzenine hayranlıkla bakakalırdık her seferinde. Ayın, göğüslerinde yarattığı gümüş top etkisiyle kahkahalara dalar ve sanki az evveline kadar sevişmiş iki beden değilmişiz gibi, bir büyük hırsla devam ederdik geceye.
Tatil günleri için puanlı elbiseler giyerdin. Açık mavi elbise ve koyu mavi puanlar; pembe elbiseye kırmızı puanlar; açık sarıya koyu sarı…Özenle yıkardın ellerini kuyuya bağlı emme basma tulumbanın ağzında. Tulumbanın koluna astığın havluyu alır, ellerini kurular ve yeniden katlardın. Sabah ayazında, yüzünde ıslaklıkla ağaçlığa doğru yürür ve sessizliği dinlerdin. Sen uyuduğumu sanırken ben, pencereden, şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı, aralık kapısının arkasından veya bahçenin kuytularından seni izlerdim. Nasıl uyanabildiğini anlamazdım hiç. Her sabahki dinginliğine şaşar ve kahvaltıya ne cinslikler hazırlayacağını merak ederdim. Sen her seferinde farklı bir ot bulur ve yumurtaya, hamura ya da yaptığın çorbaya onu katar, bildiğim her şeyin dışında, yeni, yepyeni bir lezzet yaratmayı bilirdin. Aynı benden, yeni yepyeni bir adam yaratmayı bildiğin gibi.
Benim tamirat hevesime ısrarla karşı çıkar, ırmak kenarında yürümeye ve kitaplardan bahsetmeye bayılırdın. Şehirdeki yoğunluğun ve evdeki benliliğin arasında nasıl bu kadar çok kitap okuyabildiğine şaşardım. Hem de kitaplar konusundaki bilgine. Bir yazardım senden evvel. Bilmediği aşkları anlatan, hiç yaşamadığı sevişme sahneleri kuran, en gerçekçi kurduğu ilişkileri bile yapaylık kokan, başarısız bir yazardım. Senle öğrendiğim her şeyi, daha çok da kendimi yazarak elde ettiğim üne, kitaplığımın genişliğine ve okumaya harcadığım metodik zamana rağmen, her esere benden çok farklı, itiraf edeyim ki, benim yaklaşamayacağım kadar yakından bakabilirdin. Sırf bu nedenle seninle yaz tatillerini bekler, bu tatillerden bir iki ay sonra, yıllık eleştiri kitabımı yayınlar ve nasıl oluyorsa “çok satardım”.
Bir sabah, yatağımızın sana ait olan tarafında, “Sırtımı keselemek istersin diye… Irmağa gidiyorum!” diye bir not bulurdum; bir başka sabah, “Havuçları yıkamama yardım etmek istersin diye… Irmağa gidiyorum!”. Niceleri ve niceleri; “Irmağa gidiyorum!”.
Irmağa gelirdim. Seninle saklambaç oynamak ve her seferinde giysilerimle suya atılmak için. Saklanmayı iyi bilirdin. Sessiz olmak, sinsi olmak mayanda vardı. Elinin hızlılığına yetişirdi bedeninin çevikliği. Koşmayı da, dağ tepe tırmanmayı da benden iyi becerirdin. Formunu nasıl koruduğunu bilmezdim ama otuzunu geçmiş bir yazar olarak, günde on saat oturmanın, on saat de uyumanın cezasını çekerdim seni yakalamaya çalıştığımda. Sen hep benden kaçmayı, arkamdan dolanarak beni suyun civarına getirmeyi ve bir kayanın üzerinden suya itmenin yolunu bulurdun. Sonra sen de atlardın suya ve akan suyun içinde birbirimize erişmeye çalışırdık. Karaya çıktığımda soluksuz ama gülen iki “yaratık” olurduk. Dudaklarını arar ve gülüşünü bastırırdım kendimle. Sonra kalkar ve sessizce eve dönerdik.
Sen bana hep “aşkım” derdin, adımla asla seslenmezdin.
Ben sana “güzelim” derdim, yalnız Hakan’ın yanında Hande olurdun.
Şehir dışına çıktığımız o ufacık evin, maviye boyalı kapısının önünde, sana dokunmanın tadına varırdım akşam üstleri. Ağaçlar tarafından gölgelenirdi tepe üstüne yaklaşan güneş. Bir kızıllığın pencerelerimde peyda olduğunu anlar anlamaz atardık kendimizi kapının önüne. Defalarca istedim bir veranda yaptırmayı buraya. Ancak çıplaklığı severdin sen, doğallığı, sadeliği. Tenine her dokunuşumda kanıtlardın bunu bana. Mükemmellik seninle benim aramıza giremezdi ama ben bilirdim kadınımın nasıl biri olduğunu.
Sabah ezanının duyulmadığı bir yer bulma hayaliyle yollara düşmüştük ve sen, haritada ilk seçtiğin yere götürmüştün bizi. “Şu yoldan gidelim” diyerek ani bir dönüşle, şimdi bize sırtını vermiş tepeyi tırmanmış ve bu küçük evi bulmuştuk. Evi almak istediğimizi duyan ev sahibinin şaşkınlığı, bana hâlâ seni o mutfakta ilk gördüğüm andaki şaşkınlığımı hatırlatır. Yıllardır satmak isteyip de müşteri bulamadığı o eve, adamın istediğinin iki katından fazla para önerdiğimizi öğrenince yalnızca gülümsemiştin ve ben senin gülümsemenle bir kez daha erimiştim. İlk kez bu kapının önünde sevişmiştin benle doğa içinde. Açıkta sevişmenin tadını alınca vazgeçemeyeceğimi söylemekte haklıydın belki de. İtalya’da böyle mi mutlu oluyordu sevenler?..
Şimdi dışarıda kar yağıyor, elektriklerim kesik ve son mumum da bitiyor. Senden sonra sevmenin gereksizliğine inanmaya başladığımı söyleyecek kadar ışığım kaldı ancak. Onu da yitiriyorum şimdi.
Sensiz yattığım yatakta üşüyorum şimdi; hep üşüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder