Bu Blogda Ara

10 Temmuz 2009 Cuma

Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında

Kişi olarak duygulanmayı ne zaman keşfede­riz? Aşık olduğumuzda belki; belki de ilk gençliği­mizde keşfedip sonra da sıkça kullandığımız bir alış­kanlıktır aşk. Ama bazen de tutku, aşın içinde, cinsel­likten çok ötede bir yerde duruyor gibidir. Bazen his­settiğimiz şey, aslında hissetmek istediğimiz şeydir. Böyle zamanlarda arada kalırız zaten. Tercihler bizi zorlar; kararsızlıklar dengemizi bozar; duygular hak­kındaki alışkanlıklarımız değişir, ezberimiz bozulur; bir de bakarız ki hayatımız hiç olmadığı bir kulvara atlayıvermiş. Sonra bir manevrayla, bazen zorunlu ba­zen tesadüfî, bazense sadece seçimlerimizden kaynak­lanan bir değişimle doğruya değil belki ama meşru olana yaklaştırırız kendimizi.

Aynı Hacime’nin yaptığı gibi. Kendisine ait du­ranlarla sırlar içinde kalmış olan başka bir gerçekliğin ayırtına vardığı gibi fark ederiz biz de yaşamda atma­mamız gereken bir yükü boş yere atmaya çalıştığı­mızı…

Murakami Haruki’nin basit bir dille yazılmış ama inanılmaz etkileyicilikteki romanı Sınırın Güne­yinde, Güneşin Batısında, sade kurgusuna ve klasik roman özelliklerine bakıldığında, şeklinden beklenme­yecek bir bağlayıcılığa sahip. Satırlara gömülüp de Hacime’nin yolculuğuna eşlik etmeye başladığınızda, kendinizi bir an on iki yaşında düşlüyorsunuz. Tam o yaşınızın heveslerine kulak verirken, birden 16 yaşının çalkantılarına geçiyorsunuz; ardından da 37 yaşın karmakarışık, değişimlerle dolu dönemine. Ve roma­nın bence esas kişisi olan Şimamoto ile ilişkimiz ilerle­dikçe görüyoruz ki aslında kendimizden bile ne çok şey saklıyoruz.

Japonya’nın en önemli yazarlarından biri olan Haruki ile olan tanışıklığımız, aslında bizim Hacime ile olan tanışıklığımın üzerine şekilleniyor. Hacime’nin ağzından anlatılan romanın belki de en silik ama bize en çok şey öğreten karakteri de hiç kuşkusuz Hacime’nin eşi Yukiko’dur.

Japon ekonomisinin ve her zamanki para hırsla­rının gölgesinde kalan arzulara da eleştiri getirilen bu roman, kişiliğimizin esasta satılık bir duruşu olmadı­ğını bize aktarmaya çalışıyor. Bununla birlikte, insan ilişkilerinin donukluğuna da değinmeden geçmemiş. Aslında bize çok yabancı olan Japonlar’ın da, bizler gibi düşündüklerini bilmek, bizler gibi heveslere sahip olduklarını görmek şaşırtıcı bir deneyim olabilir. Kim bilir, belki de Hacime haklıdır; bazen çok sevdiğin bir insanla, saatte seksen mille aynı aracın içinde seyahat ederken, direksiyonu sağa kırmak ve birlikte ölmeyi istemek mantıklıdır ve esas mutluluk odur; sahte ve günlük koşullar değil; para hiç mi hiç değil!..


***

Aslında diğer yandan bakıldığında, eşitlikle eşitsizliğin bir denge oluşturduğu gibi, parayla aşkın da saadet getirmek ve yaşamı yaşanır kılmak konusunda koşulsuz bir birliktelik içinde olduğu ve bir denge oluşturduğu görülür. Parayla saadet olmaz sözünü anımsatmanın yanında, kendimiz için hemen hiçbir şey yapamamış olmamız da, acınabilirliğimizi arttırıyor.

Sonuç olarak, hepimizin yaşamak istediği güzel bir hayat var ama çok kez yaptığımız küçük hatalar ve bazen de tercihlerimizin bizi alıp götürdüğü yerler, hep bir mutsuzluk oluveriyor. Kendimizi bulmak ve yalnızlığa dökülebilmek için, gereksinim duyduğumuz şeyse her şeyin ötesine geçebildiğimiz bir bakış oluveriyor bazen. Öyle kutlu ve öyle azimli durabilmek için yıkılanı görmek gerekiyor. Ve o acıyı içimizde hissetmek. Çünkü yaşam, bir tek o zaman tamamlıyor oyununu ve bize küçük bir hediye olarak huzuru veriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder