Kişi olarak duygulanmayı ne zaman keşfederiz? Aşık olduğumuzda belki; belki de ilk gençliğimizde keşfedip sonra da sıkça kullandığımız bir alışkanlıktır aşk. Ama bazen de tutku, aşın içinde, cinsellikten çok ötede bir yerde duruyor gibidir. Bazen hissettiğimiz şey, aslında hissetmek istediğimiz şeydir. Böyle zamanlarda arada kalırız zaten. Tercihler bizi zorlar; kararsızlıklar dengemizi bozar; duygular hakkındaki alışkanlıklarımız değişir, ezberimiz bozulur; bir de bakarız ki hayatımız hiç olmadığı bir kulvara atlayıvermiş. Sonra bir manevrayla, bazen zorunlu bazen tesadüfî, bazense sadece seçimlerimizden kaynaklanan bir değişimle doğruya değil belki ama meşru olana yaklaştırırız kendimizi.
Aynı Hacime’nin yaptığı gibi. Kendisine ait duranlarla sırlar içinde kalmış olan başka bir gerçekliğin ayırtına vardığı gibi fark ederiz biz de yaşamda atmamamız gereken bir yükü boş yere atmaya çalıştığımızı…
Murakami Haruki’nin basit bir dille yazılmış ama inanılmaz etkileyicilikteki romanı Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında, sade kurgusuna ve klasik roman özelliklerine bakıldığında, şeklinden beklenmeyecek bir bağlayıcılığa sahip. Satırlara gömülüp de Hacime’nin yolculuğuna eşlik etmeye başladığınızda, kendinizi bir an on iki yaşında düşlüyorsunuz. Tam o yaşınızın heveslerine kulak verirken, birden 16 yaşının çalkantılarına geçiyorsunuz; ardından da 37 yaşın karmakarışık, değişimlerle dolu dönemine. Ve romanın bence esas kişisi olan Şimamoto ile ilişkimiz ilerledikçe görüyoruz ki aslında kendimizden bile ne çok şey saklıyoruz.
Japonya’nın en önemli yazarlarından biri olan Haruki ile olan tanışıklığımız, aslında bizim Hacime ile olan tanışıklığımın üzerine şekilleniyor. Hacime’nin ağzından anlatılan romanın belki de en silik ama bize en çok şey öğreten karakteri de hiç kuşkusuz Hacime’nin eşi Yukiko’dur.
Japon ekonomisinin ve her zamanki para hırslarının gölgesinde kalan arzulara da eleştiri getirilen bu roman, kişiliğimizin esasta satılık bir duruşu olmadığını bize aktarmaya çalışıyor. Bununla birlikte, insan ilişkilerinin donukluğuna da değinmeden geçmemiş. Aslında bize çok yabancı olan Japonlar’ın da, bizler gibi düşündüklerini bilmek, bizler gibi heveslere sahip olduklarını görmek şaşırtıcı bir deneyim olabilir. Kim bilir, belki de Hacime haklıdır; bazen çok sevdiğin bir insanla, saatte seksen mille aynı aracın içinde seyahat ederken, direksiyonu sağa kırmak ve birlikte ölmeyi istemek mantıklıdır ve esas mutluluk odur; sahte ve günlük koşullar değil; para hiç mi hiç değil!..
***
Aslında diğer yandan bakıldığında, eşitlikle eşitsizliğin bir denge oluşturduğu gibi, parayla aşkın da saadet getirmek ve yaşamı yaşanır kılmak konusunda koşulsuz bir birliktelik içinde olduğu ve bir denge oluşturduğu görülür. Parayla saadet olmaz sözünü anımsatmanın yanında, kendimiz için hemen hiçbir şey yapamamış olmamız da, acınabilirliğimizi arttırıyor.
Sonuç olarak, hepimizin yaşamak istediği güzel bir hayat var ama çok kez yaptığımız küçük hatalar ve bazen de tercihlerimizin bizi alıp götürdüğü yerler, hep bir mutsuzluk oluveriyor. Kendimizi bulmak ve yalnızlığa dökülebilmek için, gereksinim duyduğumuz şeyse her şeyin ötesine geçebildiğimiz bir bakış oluveriyor bazen. Öyle kutlu ve öyle azimli durabilmek için yıkılanı görmek gerekiyor. Ve o acıyı içimizde hissetmek. Çünkü yaşam, bir tek o zaman tamamlıyor oyununu ve bize küçük bir hediye olarak huzuru veriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder